BEGIN TYPING YOUR SEARCH ABOVE AND PRESS RETURN TO SEARCH. PRESS ESC TO CANCEL

İSLAMİ(!) BİR EVRİM HİKAYESİ: “KARPUZ”DAN “FISTIKLI ÇİKOLATA” YA

Benim güzel memleketimde “olmaz olmaz”dır.  Akıl almaz olayların bile sıradanlaştığı anlarda boşuna dökülüvermez şu cümle dillerimizden : Burası Türkiye! Gerçekten de İslam dünyasında – hatta 150’ye yakın ülke gezmiş olan bir dostumun şehadetine göre bütün dünyada da – kesinlikle eşi ve benzeri bulunmayan bir  toplumuz.Eskilerin  “Acâibu’l-Mahlûkat ve Ğarâibu’l-Amsâr” türünden başlıklar altında ele aldıkları acayiplikler,gariplikler ve tuhaflıklara günümüz Türkiye’sinden   eklenecek malzeme o kadar çok ki saymakla bitmez. Siyasi mi istersiniz,sosyal mi,ekonomik mi, kültürel mi, yoksa “zihniyet” alanındakileri mi? Bunların hepsi onlarca yüzlerce makale ve kitaba konu olabilecek türden “gariplikler”dir. Allah sağlık ve afiyette dâim kılar da elimiz kalem tutmaya devam ederse, ömrümüz olduğu sürece bunları teker teker ele almakta azimli ve kararlıyız. Zaten son yıllarda bunların pek çoğunu çeşitli vesilelerle,çeşitli ortamlarda dile getirmeye başladık bile. Allah nasip ederse burada, yeni bir dönem başlatan FİKİR ZAMANI’nda bunlara yenilerini ekleyerek bu yolculuğumuzu sizlerle birlikte sürdürmek istiyoruz. Fikrin maddeden, niyetin eylemden önce geldiğini kabul eden bir geleneğin çocuğu olarak biz de zihin dünyamıza öncelik vererek, bu dünyada  ne gibi gariplikler, tuhaflıklar, acayiplikler olduğunu ele almaya çalışacağız.

Bu garipliklerden “zihniyet” dünyamıza ait olan bir örnek, hususi olarak üzerinde durmayı hak edecek kadar garip, garip olduğu kadar mühim, bir o kadar da vahim bir örnektir. Başlıktan kısmen anlaşılacağı üzere dikkat çekmek istediğimiz  garabet, İslamî(!) kesimleri ilgilendiren bir “zihniyet anomalisi” ve bu anomaliye yol açan evrim(!) süreciyle alakalıdır.

Hikayenin başlangıcı yetmişli yıllara gider.İran İslam Devrimi akabinde bu gelişmeden hoşlanmayanlar, bu devrim sürecinde gerek İslâmî ve sol kesimlerin işbirliği içinde olmasından dolayı, gerekse “Komünizm” gibi zamanın şablonlaşmış “öcü” imajını bu İslami harekete yamamaya çalışmak amacıyla bir benzetmede bulundular: Yeşil Komünist!. Yeşil İslam’ı, kırmızı da Komünizmi çağrıştırdığı için,bu benzetmeyi bir sembolle de müşahhas bir hale getirdiler: İçi kırmızı, dışı yeşil olan Karpuz!. Başlangıçta İran İslam devrimini kötülemek için uydurulan bu benzetme, ülkemizde iç politikada da tedavüle konmakta gecikmedi ve İslâmî değerlerini sosyal, kültürel, ekonomik ve politik alanlara taşımak isteyen İslami hareketler ve çevreler için de kullanılmaya başladı. Tabii topun ağzındaki asıl hedef MNP,MSP çizgisindeki siyasi hareket idi. Bu siyasi hareketin böyle bir sembolle karalanmaya çalışılmasının ardında sadece siyasi rekabet hesapları yoktu. Bilakis meselenin ideolojik bir boyutu da vardı, hatta bu meseledeki siyasi rekabet unsurunu tetikleyen de bu ideolojik boyut idi. Elbette bu siyasi hareketin “Yeşil Komünistliği” gerçekten de ortada İslam ambalajıyla paketlenmiş bir komünist proje olduğundan değildi. Ama yine de komünizmi çağrıştıran güçlü bir sosyal adalet vurgusu mevcuttu. Üstelik bu siyasi hareketin tabanının ezilen, horlanan, sömürülen, baskıya maruz bırakılan kitleler oluşturuyordu. Sermaye çevreleriyle herhangi bir işbirliği, dayanışması ve anlaşması da yoktu. Anti-siyonist ve anti-Batıcı söylemi de komünizmin anti-emperyalist söylemini çağrıştırıyordu. Bu şartlarda onları karalamak için kullanılabilecek en elverişli yafta buydu: “Yeşil Komünistler”. Onların İslam’ı bir dünya görüşü olarak benimsediklerini söylemeleri, namaz kılıp oruç tutmaları, hacca gitmeleri, olsa olsa içteki (kırmızı)komünist unsurları örten (yeşil) bir kabuk olabilirdi. Tabiatıyla bu siyasi hareketin tabanının, özellikle de gençliğinin beslendiği çağdaş İslam düşünürleri arasında  “İslamda Sosyal Adalet”(Seyyid Kutub),”İslam-Kapitalizm Çatışması”(Seyyid Kutub), “İslam Sosyalizmi”(Mustafa es-Sibâî) gibi eserler kaleme almış olanlar da vardı. Bu da “yeşil komünistler” ve “karpuz” etiketlerini kullananların ellerini güçlendiriyor, onları daha da cesaretlendiriyordu. Daha sonraları ortaya atılan “Âdil Düzen” sloganı da bu  sosyal adaletçi söylem çizgisinin bir devamı idi.

Bu hareket gelişti, serpildi, büyüdü, yayıldı ve nihayet önce iktidara ortak oldu, sonra da başlangıçtan beri hareketin liderliğini yürüten kadrolar başbakanlık makamına kadar yükseldi. İktidara ortak olmanın sonucunda giderek hareket başlangıçtaki “ihlas”ını yitirdi, kirlendi, savruldu, sermaye, medya ve diğer “egemenler” e karşı mesafeli duruşunu koruyamadı ve onlarla uzlaşmaya çalıştı, kısacası “benzine su karıştığı için” motor teklemeye başladı. Fakat kim ne derse desin yine de ortada bir  yeşil bir “karpuz” hala vardı, bu karpuzun içi de geçmiş olsa da yine de kırmızı sayılabilirdi.Bilindiği gibi 28 Şubat post-modern darbesiyle bu karpuz yediği darbeyle paramparça oldu. Bu parçaların bir kısmı bir araya gelerek ileride bu karpuzun çekirdeklerinden yenilerini yetiştirmeye kalkacak yerde bir de baktık ki bir evrim geçirerek “fıstıklı çikolata”ya dönüşmeye başladılar.

Hikayenin ikinci kısmı ise işte bu “karpuz”dan “fıstıklı çikolata”ya dönüşme sürecinin, daha doğrusu evrimin kodlarını çözme çabalarıyla devam eder. Fıstık-daha doğrusu Antep fıstığı- da karpuzun kabuğu gibi yeşildir ve bu benzetmede de İslamî olana işaret eder. Ama artık burada içinde kırmızısı bulunan yeşil bir kabuk değil, dışı çikolatayla kaplı bir “yeşil fıstık” söz konusudur. Artık yeşil kuşatan olmaktan çıkıp kuşatılan haline gelmiştir. Yeşili anladık, peki bu yeşili içine alan, kaplayıp kuşatan “çikolata” neyin sembolü? Sizleri uğraştırmadan söyleyelim: Başkanı çikolata rengi olduğu halde “saray”ı hala “beyaz”  olan  sistemin başını çektiği “Küresel hegemonya” heveslilerinin. Evet iyi tahmin ettiniz, yeşil komünistlikle itham edilecek kadar  sistem muhalifi söylem ve eğilimleri olan bir siyasi hareketten ayrılanların bugün geldiği durumu, daha doğrusu onların dramını anlatır “fıstıklı çikolata”. Çünkü artık “yeşil(fıstık)” “çikolatacılar”ın içlerine aldığı, çikolatayla kaplayıp pazarladığı bir metaya dönüşmüştür. Dolayısıyla “yeşil”in davasını inatla sürdürmek yerine, bu yeşili çikolatacıların hizmetine verip pazarlamalarını kabullenmek suretiyle daha akılcı(!) politikalar izlenebilir, “win-win(kazan-kazan)” felsefesinin rehberliğinde nurlu ufuklara doğru ilerlemek cihetine gidilebilirdi. Nitekim öyle de oldu. Hatta işi çikolatacıları savunma noktasında hamasete kadar vardıranlar “Küresel  sermayeye-yani Kapitalizme- karşı çıkmak ekonomik faşizmdir” nutuklarını yeşillerin gözlerinin içine baka baka atmakta beis görmediler. One minute’ler ise bu fıstıklı çikolatayı pazarlamak için geliştirilen reklam kampanyalarının bir parçası idi.

Evrim hızla yeşil fıstığı etkilemeye devam ediyordu.Evrim o kadar hızlıydı ki baş döndürüyordu.Bu baş döndürücü hızla Jeep’lere binmiş olan başörtülü Emine’ler durakta bekleyen, ya da hak arayışı uğrunda grev yapmakla meşgul olan Emineler’i o hızla göremez hale geldiler. Bu başdöndürücü evrimin hızına kim dayanabilir ki? Bu hız karşısında yeşiller farkında olmadan “gemicikler” edinivermişler, “mısır” ve “likit yumurta” şirketleri kuruvermişlerdi; bazıları evlatlarının spor kulüplerinin başkanı oluverdiklerini bile sonradan fark ettiler. Belediyelere iş yapanların hak edişlerini almak için bile “hediyeleşmek”ten başka çareleri yoktu.500.000.000.000 $ olarak hesaplanan bir rantı yönetmek(!) bu yeşillere – fıstıklı çikolatalara- nasip oldu Söylentilere bakılırsa  bu icraatların şeriata uygunluğunu  garantileyen  fetva eminleri de vardı, gerekirse Yavuz Sultan Selim’in yaptığı gibi zamane şeyhulislamlarının kendilerine verdikleri bu fetvalarla gömülmekte mümkün olduğuna göre artık ne gam!

Dış ilişkilerin de bu evrim sarmalından kendisini kurtarması imkansızdı.Gerek içimizdeki gerek çevremizdeki din kardeşlerimize sürekli olarak fıstıklı çikolatanın fıstığı gösterilmeye çalışıldı.One minute ve benzerleri yeşil fıstık ise, işgal güçleri tarafından 135.000 sortinin gerçekleştirildiği İncirlik üssü, ülkedeki – kime karşı kullanılacağı malum olan- nükleer silahlar, İskenderun limanından harıl harıl Irak’a sevkedilen silah ve mühimmat, gözlerden gizlenmeye çalışılan “fıstığı kuşatan çikolata” dan başka ne olabilirdi?

Hatta kendileri evrim geçirenler devrim yapmaya,devrimden söz etmeye dahi cüret eder hale geldiler. Bu öyle bir devrimdi ki, tarihte eşi benzeri yoktu: Camilerde markalı ayakkabı devrimi! Bu markaların İslam ülkelerini işgal edip yakıp yıkan, mabedlere ve ırzlara tecavüz eden küresel hegemonların destekçisi küresel sermayenin markaları olması ise hiç mühim değildi! Zira evrim sonrası temel kural artık şuydu: Küresel sermayeye karşı çıkmak ekonomik faşizmdir!!! Demokrasi pazarlamacısı çikolatacılara özenerek, tıpkı onların Irak’a demokrasi vadiyle yaptıklarına benzer şekilde, sözde demokrasiden dem vurup özde –mesela parti içi demokrasi meselesinde olduğu  gibi – demokrasi ruhunun cenaze namazı huşû ile kılındı, adına faşizm denmedi de “parti disiplini”dendi.

Bu süreçten Diyanet çevrelerinin de nasibini almaması ne mümkün? Faşizm sadece küresel ekonomiyle sınırlı değil ki, Cihad ve yeryüzünde –işgal, sömürü ve yıkım başta olmak üzere – her türlü kötülükle mücadele de bir tür faşizm olduğu için, bunların yerine “Diyalog ve Hoşgörü” ilkeleri ikame edilmeliydi ve fiilen de öyle yapıldı. Çikolatacıların talepleri üzerine “Allah katında Din İslam’dır” ayeti hasır altı edilmeye çalışıldı. Sık sık bu faşist teröristlere karşı “terör hutbeleri” okunması ihmal edilmedi. Mâbedlerin yönetimini deruhte edenler, Batılı dergilerde atılan “Kapitalizmin mâbedleri(olan alış-veriş merkezleri) Anadolu’da yayılıyor” başlıklarındaki tehditten  habersiz  gönül huzuruyla namaz kıl(dır)maya devam ettiler.

Bu evrim sürecinin motoru ise kuşkusuz İslami(!) medya idi. Medyanın giderek etliye sütlüye karışmayan, hayız-nifas uleması geleneğine uygun olarak “aşırılıklardan ve radikalizmden” uzak bir yayın politikası izlemeye çalışması ilk evrim sinyalleri sayılırdı. İslami kesimin en radikal ve tetikçi mevkuteleri bile artık çikolatacıların safında yer almaktan kendilerini alamıyorlardı. Bir zamanlar caiz olmayan nesnelerin reklamlarını yayımlamak artık câiz, podyumdaki çıplak mankenlerin giydirilmiş ve başına örtü takılmış ama yine de çekici resimlerinin reklam amacıyla kullanılması “zarûriyât”tan , küresel hegemonların sembolü haline gelmiş olan içecek markalarını önüne bazı milli-İslami ekler koymak suretiyle tüketimini teşvik yolundaki reklamlar da piyasa ekonomisinin bir gereği idi. Kendileri yıllarca mahkemelerde sürünenler, bu defa başkalarını mahkemelerde süründürmeye yönelik medyatik operasyonlarda öncü rolü oynamaya soyunmuştu.

Bu arada  İslama ve Müslümanlara dünyayı dar edenlerle diyalog yapma histerisi ortalığı kapladı. Sabah-akşam, gece-gündüz, bayram-seyran habire diyalog toplantıları yapıldı. Güzel, şık kıyafetleriyle hocalarımız, hahamlar ve papazlarla yarıştı, güzel güzel yenildi, içildi, ilahiler okundu. Ama gözlerimizin önünde katledilen Müslüman kardeşlerimizin ruhuna bir fatiha okumak bile kimsenin aklına gelmedi. İşgalcilere lanet okumak tabii ki diyalog ve hoşgörü ile bağdaşacak bir şey değildi!!!

Kendi memleketinde İslam’a ve Müslümanlara baskı yapıldığı iddiasıyla ülkeden kaçanlar, Irak’ı, Afganistan’ı, Filistin’i yerle bir edecek kadar özgürlükçü(!), dünyayı gözü dönmüş bir biçimde sömürecek kadar âdil(!) bir çikolata diyarını kendilerine vatan edindiler. Modern haçlıları dinsizlikle mücadelede stratejik ortak sandılar, onların Ortaçağ haçlı zihniyetini terk etmediklerini inatla görmezlikten geldiler. Bosna-Hersek katliamında Hırvatların Müslümanlara yaptıkları mezalimi,keza Latin Amerikadaki kimi katliamları, diyalog için kıble edindikleri çevrelerin destekleyip takdis ettiklerini bilmemeleri ise mümkün değildi.

Evet sonuçta “Önce Ahlak ve Maneviyat” sloganıyla yola çıkan kimi kesimler, “Âdil Düzen” den dem vuran kimi politikacılar bugün “pragmatizm ve dün dündür bugün bugündür ya da benim bürokratım işini bilir” felsefesine boyun eğer hale gelmişlerse, keza “İhlas” gibi ulvi bir İslami kavramı neredeyse “İflas” ile eş anlamlı bir hale getirenler hala ortada gezinebiliyorlarsa, cemaatler adeta örgütlere dönüşmüşse, mücahitler müteahhite, tasavvuf ehli tasarruf ehline dönüşmüşse, özetle artık birtakım İslami kesimler(!) de  küreselleşmenin üç putu olan  MASA-KASA-NİSA önünde eğilip secde ediyorlarsa, “haksızlık ve zulüm karşısında susan dilsiz şeytandır” prensibini çoktan bir tarafa bırakmışlarsa, “80 yıldır İslami kesimler sistemin dışına itildiler, iktidarın nimetlerinden mahrum kaldılar, bırakın şimdi de onlar iktidarın nimetlerinden faydalansınlar, ne olmuş yani?” şeklindeki pervasızca savunmalar giderek yayılıyorsa, Anadolu’nun küçük bir kasabasının bir mahallesinde camiden çıkan cemaat arasında bazıları, yaşanan yolsuzluk, hırsızlık, haksızlık ve yüzsüzlükleri “Hocam o kadar taş her pirinçte olur” diyecek kadar içselleştirebiliyorsa, o zaman helal olsun  bu gibi  İslami(!) kesimlere, gerçekten çok köklü bir evrim geçiriyorlar demektir.

Irak’ın işgalinin akabinde İSLAMİYAT dergimizin bülteninde “Bu Müslümanlıkla Buraya Kadar” başlıklı bir yazı yazmıştım, yukarıda yazdıklarıma bakınca yıllar önce yazdığım bu yazıyı hatırladım.O zaman yanlış şeyler yazmamışım diye düşündüm, ama keşke yazdıklarımda haksız çıkaydım diye hayıflanmaktan da kendimi alamadım. İşin acı yanı, halimizin hayıflanmaktan öte ağlanacak bir hal olduğu gerçeği. Bu da bana tarihin derinliklerinde yankılanan bir başka sözü hatırlattı: “Kadınlar gibi oturup ağlayacağına, erkek gibi mücadele et!!!”