BEGIN TYPING YOUR SEARCH ABOVE AND PRESS RETURN TO SEARCH. PRESS ESC TO CANCEL

YARIN Dergisi Röportaj: İslam barış olduğu kadar direniş demektir

Küresel kapitalizm insanları esaretine alırken, başka hiçbir gerçekçi ve başarılı bir anlatının kalmayışını da istismar etti. Tek gerçeğin piyasa olduğu ve büyün diğer politik, etik ve estetik değerlerin ancak piyasada yer aldığı kadar önemli olduğu iddiasına dayanan kapitalist teorilerin karşısında direnecek bir iddia ve itiraz dili varmı?? Dinler,özellikle İslam, bu bağlamda bir direnişin temeli olabilir mi?

Küresel kapitalizmin görünürdeki başarısının ne tür bir başarı olduğunu daha doğrusu gerçekte bir başarı olup olmadığını sorgulamaksızın böyle bir soruyu İslami açıdan cevaplandırmak ne mümkündür ne de doğru ! Hatta sorunun cevabının bizzat bu sorgulamanın sonuçlarından ibaret olduğunu söylemek bile mümkündür.Çünkü İslami açıdan küresel kapitalizmin bir başarısı değil, başarısızlığı söz konusudur.Zira küresel kapitalizm bütün insanlık için hayırlı sonuçlar getiren bir süreç olmaktan çok, yeryüzündeki egemenlerin ve bir avuç mutlu azınlığın geleceği için, nerdeyse insanlığın çok büyük bir kısmının felaketini ve mutsuzluğunu derinleştiren ve kalıcı hale getiren bir süreç olduğunu görmemek için insanın -kalp gözünün-kör olması gerekir.Bütün uluslar arası kuruluşların hemfikir olduğu istatistiklere şöyle kabaca bir göz atalım .Yeryüzünün toplam serveti ve üretim/gelir adil bir biçimde mi dağıtılmaktadır,yoksa azınlık çoğunluğu sömürmeye devam mı etmektedir. Bir başka ifade ile açık sömürü döneminin ardından şimdi de gizli sömürgecilik dönemi mi devam etmektedir? Kuzey ülkelerinin ekonomik gelişmesi Güney yarıkürenin yoksulluğu pahasına gerçekleşen bir şey değil midir?

Gelişme denen şey nicelik mi nitelik midir? Elbette tek başına nicelik değil, daha da önemli olarak “nitelik”tir.. Zira nicelik olarak baş döndürücü boyutlara bile ulaşsa bir gelişme, insana karşı ve gayr-ı insanî ise, insanlığın geleceğini tüketen bir gelişme ise, atalarımızın bize mirası değil,çocuklarımızın ve torunlarımızın bize emaneti ,daha doğrusu Allah’ın bütün insanlara emaneti olan tabii kaynakları sorumsuzca , bencilce ve aç gözlüce tüketme ise , sosyal adalet,fırsat eşitliği, ekonomik özgürlük , hayırda yardımlaşma gibi değerleri ayaklar altına alma ise, bu ancak kanserli bir urun büyümesi türünden bir büyümedir.

Afrika’da insanlar açlık ve kıtlıktan kitleler halinde ölümle pençeleşiyorken, Irak’a uygulanan ekonomik ambargodan dolayı masum binlerce çocuğun ölümüne seyirci kalınmışken, Afganistan.Bangladeş, Hindistan gibi gelişmemiş ülkelerde işsizlik, hastalık ve açlık ortalığı kasıp kavururken, ABD gibi bir ülkede sadece kozmetiğe yaklaşık 40 milyar dolar , yine aşırı (!) beslenmenin sonuçlarını gidermek için bu gibi meblağlar göz kırpmadan – ve Afrika ile alay edercesine- savrulabiliyorsa, sadece müslümanlar değil bütün insanlık nasıl bir tehditle karşı karşıya bulunduğumuzu çok iyi düşünmek zorundadırlar. (Günde 70 milyon ekmeğin üretildiği ve %99’u müslüman(!) olan ülkemizde, yine günde 10 milyon ekmeğin israf edildiği doğruysa, o takdirde yeryüzündeki açlık ve kıtlık konusunda bizim sorumluluğumuzun da pek az olduğu söylenemez.)

Gelişmenin motoru olan teknoloji, Nagazaki ve Hiroşima’da yüz binlerce masum sivilin dünyanın gözleri önünde açık bir katliama tabi tutulması, nükleer silahlanma, ozon tabakasının tahribi, karaların, denizlerin, nehirlerin, göllerin, atmosferin, hatta uzayın kirletilmesi, ekolojik dengenin bozulması, küresel ısınmanın artması gibi fiziki felaketlere yol açacak şekilde kullanılıyorsa; manevi alanda da vahyi dışlayan sekülerizmin kaçınılmaz sonucu olarak kadim ilahi ve insani değerler acımasızca hırpalanıyor, hatta saldırılara maruz kalıyorsa, felsefe, sanat, estetik, sosyal-beşeri bilimler, medya giderek bu olumsuz gelişmelerin yozlaştırıcı etkisiyle daha fazla kirlenmeye maruz kalıyorsa, yani insanın nefs-i emmaresi ilahlaştırılıyorsa, bir müslüman olarak – ve tabii bir insan olarak- artık ortada bir ilerleme ve gelişmeden ziyade bir gerileme ve bozulmadan söz etmek gerektiği çok açık demektir.

Elbette insan hayatını kolaylaştıran, hayat kalitesini arttıran, bilgiye ulaşımı hızlandıran, üretimi arttıran önemli kazançların bulunduğunu görmezlikten gelmiyoruz, ancak bu kazançların, yukarıda bir nebze işaret edilen kayıpların ve küresel tehdit ve felaketlerin giderek yaygınlaştığı gerçeğini asla ortadan kaldırmaz. Hatta olumsuzlukların geri döndürülemez bir mahiyet kazanması karşısında Roger Garaudy’nin yaptığı gibi bütün insanlığı alarma geçirmek artık acil bir görev haline gelmiş bulunmaktadır.

Çağın büyük düşünürlerinden Garaudy’nin adını anmış iken, bu gidişat karşısında alternatif insani bir gelişme, büyüme ve kalkınma modeli veya bunun potansiyeli bulunup bulunmadığı sorusuna, onun bakış açısıyla bir cevap vermek te yerinde olacaktır: Evet vardır ve bu potansiyelin en özgün temsilcisi tarihte olduğu gibi çağımızda da İslam’dan başkası değildir. Kapitalizmin,neo-liberalizmin, küresel hegemonya peşinde koşanların namlularının hep aynı yönü, yani İslam’ı ve İslam dünyasını- İran, Irak, Suriye, Filistin, Afganistan vd- göstermesi Garaudy’yi yeterince doğrulamıyor mu?

Peki bu gelişmeleri tersine çevirebilecek ve felaket senaryolarını boşa çıkarabilecek bir ümit ışığı var mıdır ?

Bu sorunun cevabının aranması gereken ilk adres tabii ki , yine, insanlık tarihi boyunca ahlak,fazilet ve medeniyetlerin temel kaynağı olagelmiş olan dinler, bilhassa semavi dinler -İbrahimî Gelenek ve onun son halkası İslam’dır. Yeryüzündeki her türlü şer odağına karşı direnişin son adresi olagelmiş olan İslam da dahil olmak üzere bütün ilahi dinleri, aslında yeryüzüne yönelik ” hayra destek-şerre köstek” amaçlı ilahi “direniş” projeleri olarak nitelendirmek o kadar da yanlış olmasa gerektir. Genel olarak dinler ve özellikle İslam bu fonksiyonunu geçmişte olduğu gibi bugün de icra edebilir. Zira tarihte bir defa gerçekleşenin, yeniden tekrarlanması da mümkün demektir. Ancak bu imkanın gerçeğe dönüşmesi, İslam’dan ne anladığımıza, nasıl anladığımıza ve nasıl yorumladığımıza bağlı olduğu kadar, müslümanların bu yolda sergileyecekleri performansa da bağlıdır. Öte yandan İslam’ı anlama-anlamlandırma çabasına, realiteyi anlama-anlamlandırma çabasının da eşlik etmesi gerektiğini unutmamak gerekir. Bir başka ifadeyle “nassları” sağlıklı okumak kadar ” vakıa”yı da sağlıklı okuyabilmek şarttır, yoksa sonuçta birtakım iyi niyetli İslami söylemlere bir yenisini eklemekten kurtulamayız. Hele hele tarihsel İslam’ın statükocu yorumlarını bugüne olduğu gibi taşımakla, muhalefet, direniş, eleştiri, sorgulama gibi kavramlara soğuk bakan bir geleneksel bakış açısıyla bu hedefe ulaşmak şöyle dursun, tam aksine Marks’ın – bir yoruma göre kastettiği anlamda- yeni bir ” Din afyonu” üretmiş olma riskiyle de karşı karşıya kalabiliriz.

Mamafih başlangıcında şirk dahil her türlü zulme karşı bir direniş hareketi olarak ortaya çıkan İslam, tarih içerisinde zaman zaman statükoyu payandalamak için kullanıldığı gibi, çağımızda da aynı risk ya da ümit söz konusudur. Nitekim günümüz İslam dünyasında İslam, birçok ülkede saltanatları, despot yönetimleri ve statükoyu desteklemek için kullanıldığı, daha doğrusu istismar edildiği gibi; son zamanlarda BOP/GOP/AVRUPA İSLAMI/ILIMLI İSLAM gibi siyasî amaçlarla kullanılmak istendiği de bilinmektedir. Ama ABD-İNGİLTERE-İSRAİL başta olmak üzere küresel hegemonya peşinde koşanların İslam Dünyasına yönelik emperyalist proje ve uygulamalara karşı en sert direnişin de yine bu İslam’dan ve müslümanlardan geldiğini unutmamak gerekir.(Statükocu,iktidardan ,sermayeden ve egemenlerden yana tarikat,cemaat ve gruplar olduğu gibi, muhalif,direnişçi, ezilen ve sömürülenden yana olanları da daima var olagelmiştir; tıpkı günümüzde BOP/GOP projelerine kerhen veya gönüllü olarak hizmet etme yarışındaki İslami grup, cemaat ve tarikatlar yanında, tam aksi yönde bu gibi projelerle mücadeleyi amaç edinmiş olanlarının mevcudiyeti gibi)

Benzer bir durum Hristiyanlık için de geçerlidir. Zira mevcut küresel düzen karşısında bir muhalefet ve direniş odağı olmaktan uzak statükocu Katolik, Ortodoks veya Protestanlar yanında, Güney Amerika Kurtuluş Teolojisi hareketinin önderleri olan Marksist Katolikler veya ABD, İngiltere ve İsrail emperyalizmi karşısında direnişten yana tavır koyan Ortadoğu’daki bazı Ortodoks Kiliseler ve dünyadaki işgal ve savaş karşıtı diğer Hristiyan ve bazı Yahudi gruplar gibi muhalifler de mevcuttur.

Özetle söylemek gerekirse, İbrahimi dinler, özellikle de İslam, insanlığın ve gezegenin maruz kaldığı, bölgesel ve küresel ölçekli bütün tehdit ve gelişmeler karşısında insanlık için bir direniş kaynağı ve kurtuluş umudu olmaya devam etmektedir. Hayır ile şer, hak ile batıl, iyi ile kötü arasındaki bu mücadeleden Allah ‘ın salih kullarının (‘ıbâdu’r-Rahmân) mı yoksa şeytanın yolundan gidenlerin mi galip geleceğini ise, zaman gösterecektir.
İnsanlığın yeniden bir kurtuluş arayışına yönelmesi ve yaşanan bu köleleştirici hayatı sorgulayarak başka bir dünya tasarlaması için İslam ne tür bir imkan sunuyor? Hangi temellerden ve ilkelerden yola çıkarak adil ve özgür bir dünya tasavvuru inşa edilebilir?

İslam aslında hemen hiçbir konuda , sunulmuş hazır projeler ve politikalar manzumesi değildir, bir hazır çözümler ansiklopedisi hiç değildir. Bilakis o , bu projeleri, politikaları ve çözümleri üretecek olan müslümanın ilham kaynağıdır, onun ilhamını alacağı temel ilke ve değerlerin kaynağıdır. Çözüm üretme işi ise insana aittir. Yoksa müslümanların çoğunun zannettiği gibi İslam hiç bilinmeyen hakikatler getirme iddiasında olmamış, getirdiği hakikatlerin insanlığın başlangıcından beri var olan evrensel doğrular olduğunu sürekli vurgulamış, sadece bunları kendi zamanına uygulama/uyarlama konusunda birtakım düzenlemelerde bulunmuştur. Diğer dinler gibi İslam’ın da insanlık için değeri ve önemi, bilinmeyen hakikatler sunmasında değil, sanılanın aksine, insanların her zaman bildikleri, ama uyup uygulamadıkları evrensel ilke ve prensiplere uygun davranmalarını temin etmektir. İşte insanlığın asıl problemi de budur, yani doğruyu bulmak/bilmek’ten ziyade doğruya uygun hareket edememektir. ABD, İngiltere ve İsrail’in bölgedeki işgal ve katliamlarının, yapılanların yanlış ve insanlık suçu olduğunu bilmemekten kaynaklandığına kim inanır? Nagazaki ve Hiroşima’ya atom bombasını atanlar bunun insanlık suçu olduğunu bilmedikleri için mi attılar; Irak’ı işgal,talan ve katliama tabi tutanların bunları hiçbir haklı gerekçe olmaksızın yaptıklarını artık duymayan bilmeyen kalmadı; sömürgeciler sömürgeciliğin sevap olduğuna inandıkları için mi ülkeleri sömürdüler; ve nihayet gezegeni ciddi çevre felaketlerine maruz bırakanlar, bütün bunları bilmeyerek mi yaptılar? Elbette hayır, bilakis bütün bunları yapanlar, yanlış olduğunu bile bile yapmışlardır,ama yapılanların yanlış olduğunu bilmek, beraberinde doğruya uygun davranmayı getirememektedir,bunu başarmada insanlığın en önemli ilham kaynağı ve yaptırım gücü işte dindir, İslam’dır.

Yeryüzünde âdalet, kardeşlik, eşitlik ve özgürlük gibi temel değerlere, evrensel insan hakları gibi temel haklara, gezegeni, tabii kaynakları, ekolojik dengeyi ve maddi-manevi çevreyi korumaya, dayalı bir dünya tasavvuru için gerekli bütün potansiyellerin İslam’ın bünyesinde ve yaşanmış tarihi tecrübesinde yeterince mevcut olduğunu tereddütsüz ifade edebiliriz. Bu tasavvurun ana hatlarını Roger Garaudy, Aliya İzzetbegoviç, Fazlurrahman ve Hasan Hanefi gibi İslam ilim ve fikir adamlarının eserlerinde görmek mümkündür. Ancak bütün bunların kapsamlı bir dünya tasavvuruna ve bir medeniyet projesine dönüşmesi için İslam entelektüellerinin bıkmadan usanmadan kısa,orta ve uzun vadeli çalışmaları göze alması gerektiğini tekrar vurgulamak gerekir.

11 Eylül ve sonrasındaki emperyalist işgallere karşı tüm dünyada çeşitli direnişler ve itirazlar yükseldi. Bu evrensel muhalefet, ortak bir büyük anlatı için ortak özellikler ve imkanlar barındırıyor mu sizce? Bu manada, mesela Latin Amerika’daki direniş dilini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Tek kutuplu dünyaya karşı evrensel ölçekteki bu muhalefetin ortak özellikler ve imkanlar barındırdığı daha önceki açıklamalarımızdan da kolaylıkla anlaşılabilecek kadar ortadadır. Bilhassa Latin Amerika’daki direniş hareketi, benzer bir teolojiyi İslam geleneği içinde oluşturmak için önemli bir örnek teşkil edebilir. Gerçi Garaudy, Hasan Hanefi, Aliya İzzetbegoviç ve Fazlurrahman gibi entelektüellerin fikri çabalarının zaten bu yolda atılmış öncü adımlar olduğunu söylemek te yanlış olmayacaktır. Ne var ki küresel boyutlara varan sorunların artık sadece tek bir ülke, millet ve din tarafından çözülmesini beklemek pek o kadar gerçekçi bir yaklaşım olmasa gerektir. Buna mukabil aynı hedeflere yönelmiş farklı din, kültür, coğrafya ve toplum unsurlarının artık sıkı bir işbirliği ve koordinasyon içerisinde hareket etme zorunluluğu kendisini daha da hissettirir olmuştur. Bu bakış açısından, İslam dünyasının kendi dışındaki muhalefet ve direniş odaklarıyla yakın ve sıkı bir ilişki kurma zamanı çoktan gelmiştir ve geçmektedir. Bu yolda müslümanların her türlü insani ve – İslam’a aykırı olmama anlamında – İslami projeye destek vermeleri, yeryüzünde adalet, eşitlik, kardeşlik ve özgürlük esaslarına dayalı bir dünya düzeninin gerçekleşmesi için bütün çabalara katılmaları gerekir ki, bunun teorisinin ” Hılfu’l-Fudul”un çağdaş bir yorumu çerçevesinde gerçekleştirilmesi mümkün görünmektedir.

Mısırlı düşünür Hasan Hanefi’nin ilkini geçen yıl düzenlediği ‘Direniş Felsefesi’ toplantısına Türkiye’den sizde katılmıştınız. Nedir bu toplantının amacı, tekrar edecek mi, bu konuda bilgi verebilirmisiniz?

Tekrarlanıp tekrarlanmayacağı konusunda bir bilgim olmasa da, bu toplantının amacının, burada ele aldığımız bölgesel ve küresel problemler karşısında insani ve İslami bir muhalefet ve direniş imkanı arayışı olduğunu söyleyebilirim. “Direniş Felsefesi” başlığının gündemimize girmesinin ve yerleşmesinin bile fevkalade önemli olduğu muhakkaktır. Bu gibi toplantıların başlı başına önemli sonuçları olabileceğini unutmamak gerekir. Ülkemizde henüz sözünün bile yeni yeni edildiği ” Direniş Felsefesi”, ” Direniş Teolojisi” ve ” Kurtuluş Teolojisi” konularında atılmış önemli bir adım olması itibariyle Kahire’deki bu toplantının bizim açımızdan ciddi etkileri olabilirdi. Ne var ki ülkemizdeki entelektüellerin ve bilhassa ilahiyatçıların “merak” sahibi olmamaları, bu gibi toplantıları takip etmenin öneminin kavranamamış olması, bu gibi toplantıların ülkemize çok cılız bir şekilde yansımasıyla sonuçlanmaktadır. Mamafih en azından bu toplantının tebliğ ve zabıtlarının yayınlanması suretiyle ileride konuyla ilgili tartışmalara bir zemin hazırlamak ta pekala mümkün olabilir.

Müslüman dünyada büyük Ortadoğu Projesi olarak gündeme sokulan emperyalist düzenleme çabasına karşı neler yapılabilir? Bölgemizde bağımsız ve yerli bir ortak birlik projesi ne olabilir? Bu bağlamda, BOP güdümlü siyasetlere hangi temellerden kalkarak direnmek gerekir?

BOP/GOP/AVRUPA İSLAMI/ILIMLI İSLAM gibi projelere karşı yapılması gereken ilk şey, öncelikle bilinç düzeyinde bunlara karşı direnişe geçmek, ardından bu projeleri etkisiz hale getirmek için gelişmeleri yakından takip etmek, ve ardından alternatif çözüm önerileri için, kısa, orta ve uzun vadeli projeler geliştirmek ve bunları uygulama alanına aktarmak. Kısa vadeli projelere örnek olarak DOĞU KONFERANSI GİRİŞİMİ çerçevesinde yürütülen çalışmalar, İslam dünyasındaki sivil toplum örgütlerinin koordinasyonu ve işbirliğinin geliştirilmesi, İslam dünyasının kopuk olan her düzeydeki ilişkilerinin yeniden tesisi ve güçlendirilmesi, doğrudan iletişim imkanlarının sağlanması, din, kültür, coğrafya ve tarih birliğinin, ortak değerlerin vurgulanması, karşılıklı fikir alışverişinin sürekli ve kalıcı hale getirilmesi öncelikle atılması gereken adımlar olarak sıralanabilir. Hiç söylemeye gerek yok ki artık müslümanlar hangi mezhep ,meşrep, cemaat, tarikat ve grup mensubu olurlarsa olsunlar, aralarındaki ihtilafları bir yana-soğumaya- bırakarak, İslam ümmetinin ve insanlığın geleceği uğruna, ortak noktalarını ön plana çıkarma becerisini ve olgunluğunu da göstermelidirler.

Bazı Dini anlayışları ve özellikle geleneksel dini oluşumların küresellemeyle, kapitalizmle çok kolay uzlaşabildiğini görüyoruz. Oysa din ezilen, yoksul, mahrum ve mağdurlarn vicdanı olarak tarih boyunca rol oynamış. Bu uzlaşmacı dinselliği siz neye bağlıyorsunuz. Sizce, bu dinsellik türünün tevhid teolojisinin özgürleştirici çağrısıyla çelişik misyonunun nedeni nedir?

Uzlaşmacı,konformist hatta statükocu dinî oluşumların ve bu tarz dinsellik anlayışlarının mensubu bulunduğumuz Sünni gelenekte derin köklerinin bulunduğu son zamanlarda pek çok araştırmacı tarafından sık sık dile getirilmektedir. Mamafih Sünni gelenek içerisinde muhalif, eleştirel ve direniş yanlısı eğilimlerin bulunduğunu da unutmamak gerekir. Ama asıl muhalefet ve direniş unsurlarının itaat ağırlıklı Ehl-i Sünnet’ten ziyade muhalefet ağırlıklı Şia, Haricilik ve Mutezile geleneklerinde bulunduğunu da göz ardı etmemek gerekir (Ehl-i Sünnet= Sabır Ekolü ; Mu’tezile = Temkin Ekolü ; Şia ve Haricilik= Devrimci Ekol). Bu noktada bilhassa Mu’tezile’nin beş temel esasından olan ” Tevhid” , ” Adalet” ve ” el-Emru bi’l-Ma’rûf ve’n-Nehyi ‘ani’l-Munker” ilkelerinin konumuzla olan yakın ilgisini de gözden kaçırmamak gerekir. Bu vesileyle İslam tasavvurunu ” İslam’ın şartı beştir” şeklinde asılsız ve yanlış bir söyleme indirgeyen ülkemizdeki yaygın ilmihal dindarlığının da eleştiri süzgecinden geçirilme vaktinin çoktan geldiğini, zira” İlmihal Dindarlığının İmkanı” ve “Bu Müslümanlıkla Buraya Kadar ” başlıklı yazılarımızda da işaret ettiğimiz üzere, mevcut İslam anlayışımızla yola devam etmemizin mümkün olmadığını, müslümanlığımızı çağın şart ve ihtiyaçları ışığında yeniden yorumlayıp inşa etmek zorunda olduğumuzu, bu süreçte ” muhalefet , eleştiri ve direniş” gibi kavramların merkezi bir önemi haiz olduğunu rahatlıkla ifade etmek mümkündür. Bilhassa “Direniş” merkezli bir müslümanlık tasavvuru geliştirmede ” Cihad” ve ” Hılfu’l-Fudûl” kavramlarının anahtar rol oynayacağını , bu kavramların çağdaş dille ifade edilerek hayata aktarılmasında ise ” Sivil Toplum” un bizlere yeni açılımlar sağlayabilecek bir bakış açısı olduğunu tereddütsüz ifade edebiliriz. Bu süreçte bilhassa kadın ve gençlik kesimlerinin öncü rolü oynayabileceğine de dikkat çekmek son derece önem arz eden bir husustur.

Bütün bu anlatılanların hayata aktarılabilmesi,bu amaçla İslam’ın alternatif bir model ve medeniyet projesi olarak sunulabilmesi için müslümanların ” Bütün insanlık için (tarih sahnesine)çıkarılmış en hayırlı ümmet ” olma bilincini canlı ve güçlü tutmak zorunda olduklarını , ancak böyle bir bilinç sayesinde bütün insanlığa ümit bahşeden bir hayat nefesini üflemelerinin mümkün olabileceğini de burada hatırlatmakta fayda mülahaza ediyoruz.