BEGIN TYPING YOUR SEARCH ABOVE AND PRESS RETURN TO SEARCH. PRESS ESC TO CANCEL

Doğu Konferansı Ankara İlahiyat’ta

Değerli dinleyenler!

Aslında bu toplantı geç kalınmış bir toplantıdır. Çünkü Doğu Konferansı 2003 yılından beri aktif olarak sadece Türkiye’de değil, bütünüyle İslâm dünyasında faaliyetlerini sürdüren; hatta vizyon olarak da bütün yer küredeki gelişmeleri kendi ilgi alanı içerisinde gören sivil bir platformdur.
Bu platform, amaçları bakımından değerlendirildiğinde, özellikle ilahiyat camiasının bu platform içerisinde en ön saflarda yer alması düşünülür. Öyle olması gerekir, hedefleri bakımından.
Öncelikli hedefleri bakımından, bilhassa, İslâm dünyasında ve çevremizde, komşumuzda olan bitenler, işgaller, katliamlar göz önünde bulundurulduğunda bu konuda kendilerinde birinci dereceden sorumluluk hissetmesi gereken ilahiyat camiası olması gerekir.
Bu noktada Doğu Konferansı olarak, belki kendisini kamuoyuna tanıtma konusunda üzerine düşeni yeterince yapamadığından, sizlere ulaşma bakımından yeterli imkânlara sahip olmadığı için, mesajı bugüne kadar size ulaşamamış olabilir. Fakat tarihin bu kritik döneminde İlahiyat tahsili yapan siz öğrencilerimiz ve biz öğretim üyeleri olarak aslında bir anlamda ders ortamından çıkarak zaman zaman kendimiz, ailemiz, memleketimiz bölgemiz ve bütün gezegenin geleceği üzerine de kafa yorup, bunun üzerine fikir teatisinde bulunmamız da gerekir. Bu toplantı, böyle bir düşünce zemini oluşturması bakımından inşallah önemli bir katkı sunar.
Ben sözü çok fazla uzatmadan İlahiyatçı olarak bizlere dönük veçhesi açısından üzerimize neler düşer, ne yapmamız gerekir? konusunu belki konuşmanın sonunda kısa bir değerlendirme olarak sizlere sunmak isterim. Çünkü artık neyle karşı karşıya olduğumuzu iyi bilmemiz gerekir. Bu konuda bizlere Doğu Konferansının değerli üyeleri ve aynı zamanda “Doğudan” dergisinin yayın kurulu üyelerinin sizlere eminim ki aktaracağı çok şey vardır.
Slâyt gösterisi, meselenin ne olduğu konusunda görsel olarak fikir edinecek kadar malzeme sundu bize ama, iş sadece görüp seyretmekle bittiği içindir ki, İslâm dünyası sürekli haçlı seferlerinden beri, bu sahneleri seyretmek ve yaşamak durumunda kalmaktadır. Ama bu manzaraları seyretmek durumunda kalmamak için neler yapılması gerektiği konusunda çok fazla başarılı olduğumuz söylenemez. Artık burada seyretmek değil, konuşmayı, fiili adımlar atmayı; sadece düşünmeyi değil, neler yapılabileceği noktasında birtakım değerlendirmeler yapmayı eğer bize bu toplantı ilham edebilirse amacına ulaşmış olacaktır. Böyle bir toplantı bence çok ayrı özelliği olan bir toplantıdır. Çünkü bu toplantı önce kendimizi değil, başkasının derdini dert edinmek uğrunda yapılan bir toplantıdır. Ve İlk sözü Sayın Mehmet Bekaroğlu’na vereceğim. Bilmeyen arkadaşlara Doğu Konferansı hakkında özet bilgi vermek açısından bunu lüzumlu görüyorum.

Oturumun Diğer Faslından…
Doğu Konferansının ne tür bir girişim olduğunu, tam örtüşmese de “Hılfu’l-Fudul” kavramı ile örneklendirmek istiyorum. Bu platform her türlü zulme, işgale, haksızlığa karşı; her dinden, her mezhepten, her meşrepten, her ırktan herkese açık olan bir platformdur. Ancak İslâm coğrafyasındaki entelektüellerin önderliğinde gelişen bir harekettir. Bir halk hareketi değildir. Bu hareket içerisinde yer alanlar Türkiye’de de İslâm ülkelerinde de kamuoyu oluşturabilecek insanlardır. Ya köşe yazarıdır, ya akademisyendir, ya sinemacıdır, ya stk’larda çalışan insanlardır.

Doğu Konferansı 2005 yılının sonlarına doğru “I. İstanbul Buluşması” adlı uluslar arası bir sempozyum düzenledi ve bu sempozyum öncesinde ziyaret edilen İslâm ülkelerinde de her kesimle görüşüldü. Örneğin; Mısır’da İhvan-ı Müslimin eğiliminde olan gruplarla da, Marksist, Troçkist gruplarla da, Lübnan’da Hıristiyan gruplarla da görüşüldü, delegeler de bu dağılımı yansıtacak şekilde belirlendi. Kısacası Sünni/Alevi/Şii, sağcı-solcu, Müslüman-Müslüman olmayan ayırt etmeksizin, etnik ya da fikri-itikadi herhangi bir ayrım yapmadan, İslâm coğrafyasına, bu medeniyet havzasına yönelik olan tehlikeleri savuşturmak isteyen vicdan sahibi, bütün herkese açık olan bir harekettir. 2005 yılının sonlarında Mağrib’den Endonezya’ya; Orta Asya’dan Yemen’e; seksen-yüz kadar uluslar arası delegenin katıldığı bir sempozyum düzenlendi. Burada yayıncılar birliği, yazarlar birliği, sivil toplum örgütleri arasındaki koordinasyonun sağlanmasına yönelik bir takım adımlar atıldı. Ve bu çerçevede ilişkiler devam ettiriliyor. Ancak bu bir şemsiye kuruluştur. Bunun çatısı altında birçok projenin yer alması mümkündür. Türkiye ile İslâm dünyası arasında kopmuş olan bağların; özellikle bakışlarını sürekli Batı’ya yönlendirmiş olan Türkiye’deki aydınların dikkatlerini Doğu’ya, kendi tabii medeniyet havzamıza yöneltmesini amaç edinen ve bu bölgedeki aydınlarla doğrudan ilişki kurup; bilgi ve kültür alışverişi yapılmasını destekleyen bir harekettir. Bu bakımdan Doğu Konferansı aslında bir ruhtur. Bir dernek olmaktan öteye bir bakış açısıdır ve vizyondur. Bu vesileyle şunu da belirtelim ki,İslâmi hassasiyetlere sahip olan insanların da İslâm medeniyeti ve coğrafyası kavramını yeniden gözden geçirmesi gerekmektedir. Zira bu coğrafyada sadece Müslümanlar yaşamamaktadır. Mısır’da yedi milyon Kıpti yaşar, Lübnan’ın yarısı Hıristiyan’dır, Süryani’si vardır. Hepsi İslâmcı değildir; Marksist’i vardır, Troçkisti vardır, Şii’si, Zeydi’si, İbâdi’si vardır. İşte bunların hepsini İslâm coğrafyası içerisinde kuşatacak bir noktadan hareket eder, Doğu Konferansı. Bu coğrafya İslâm medeniyetinin coğrafyasını oluşturduğu için Müslüman Dünyası, doğal olarak sık ve öncelikli bir şekilde gündeme gelmektedir. Doğu Konferansı sadece İslâmi perspektiften yola çıkılarak atılmış bir adım değildir; ama Hılfu’l-fudûl kavramı, İslâm’a uygun ve İslâm’ın hedefleriyle çatışmayan bir mantık olduğu gibi, Doğu Konferansı da bu açıdan İslâmi hedeflere uygundur. Bu bakımdan her Müslüman’ın rahatlıkla değil, mecburi olarak içerisinde yer alması gereken bir harekettir. Dolayısıyla bu perspektiften bakmak gerekir.

Oturumun Diğer Faslından…
Doğu Konferansı içerisinde özellikle İslâm dünyasıyla ilişkilerimizi sürdürdüğümüz için Arapçaya olan ihtiyaç giderek daha fazla ortaya çıkmaktadır ve maalesef grubumuz içerisinde Arapça bilen eleman sayısı çok azdır. Bu bir bayrak yarışı olduğu için, Arapçası iyi olanların Doğu Konferansı içerisinde katkıları çok daha fazla olabilecektir. Hem dil açısından, hem de İslâm dünyasının, bölgemizin karşı karşıya bulunduğu tehditler karşısında farklı bir teoloji üretmek gerekebileceği açsından. Bunu iki kavram etrafında ifade etmemiz mümkündür. Bir tür Latin Amerika’daki kurtuluş teolojisine benzer bir biçimde, direniş ve muhalefet kavramlarını merkezi alan bir Müslümanlık tasavvuruna belki ihtiyaç vardır. Bu direnişi (cihat) olarak tercüme edebilirsiniz. ‘’El-Emru bi’l ma’ruf prensibini’’ de aynı şekilde muhalefet olarak algılayabilirsiniz. Çünkü İslâm dünyasının bütün bu olan bitenlere karşı direnememesinin sebebi; direniş kültürünün olmamasıdır! Hâlbuki “Lâilaheillâllah” diyen bir kültürden geliyoruz. “L” inkâr/ret demektir. Yani bütün sahte ilahları yeryüzünde ortadan kaldıran bir kılıç gibi keser, atar. Yani Müslümanlık “hayır” demekle başlar. Hayır demekle İslâm’a giriyorsunuz fakat daha sonra Müslüman olunca Müslümanlar, kendilerini yönetenlere karşı, topluma karşı, bir takım kurumlara karşı “hayır” demeyi unutuyorlar. Dolayısıyla, biz bugün yeryüzündeki her türlü şerre, her türlü zulme, her türlü işgale, katliama, adaletsizliğe, haksızlığa karşı “Lailaheillallah” kılıcını bu anlamda çekecek, “hayır” diyebilecek bir Müslümanlık tasavvuruna ve her türlü zulme karşı direnmeyi; zihinsel, entelektüel düzeyde, kültürel düzeyde, ekonomik düzeyde, siyasi düzeyde, askeri düzeyde, bilimsel düzeyde, sosyal düzeyde her alanda derinlemesine direnebilecek bir Müslümanlığı geliştirmek durumundayız. Belki, biz İlahiyatçılar olarak, Müslümanlığımızı İslâm Dünyasının karşı karşıya bulunduğu tehditler karşısında nasıl anlamlı hale getirebiliriz, nasıl işlevsel hale getirebiliriz? sorusu çerçevesinde İslam tasavvurumuzu tekrar masaya yatırmamız gerekir. İşte burada “Doğudan” dergisi de belki, sizlerin bu konudaki görüş ve düşüncelerinizi kamuoyuyla paylaşmanız için sizlere bir zemin hazırlayabilir. Buraya yazılarınızla, çevrelerinizde her türlü katkılarınızla bu dergi içerisinde yer alabilirsiniz. Bu dergi sizin derginizdir, Doğu Konferansı sizin platformunuzdur, size aittir. Bunların sahibi yoktur. Herhangi bir üyelik de gerekmez. Geliyorsunuz, ben bu faaliyet içerisinde yer almak istiyorum diyorsunuz, yer alıyorsunuz. Hiçbir resmi formaliteyi gerektiren bir şey değil, o bakımdan bu noktada da biz kendimizi kurtarmak için değil, “İslâm dünyasının, diğer Müslümanların da kurtuluşu için hatta bütün insanların kurtuluşu için de bir şeyler yapmak istiyorum ama ne yapacağımı bilemiyorum, kararsızım veya bilgim yok” diyen arkadaşlar için Doğu Konferansı kapıları ve “Doğudan” dergisinin sayfaları sonuna kadar açık.

Oturumun Diğer Faslından…
Türkiye Modeli

Türkiye Modeli “Bizantizm” modeline daha yakındır. Yani devletin hizmetinde din. Bu anlamda laiklikle uyuşmuyor, laiklik dinle devletin tam manasıyla ayrılmasıdır. Ama siz genel yapı içerisinde Diyanet denen bir kurumdan bahsediyorsunuz. Buna da Türkiye’nin özel durumu diyorsunuz. Fakat bu durum tutarlı olmuyor. Dediğim gibi Türkiye’deki yapı için “Bizantizm” tabiri tercih edilmektedir.)

Oturumun Son Faslından…
Bu Müslümanlığın, yani; İslâm dünyasının Müslümanlığının, gerçek bir Müslümanlık olduğu kanaatinde değilim. Bu Müslümanlıkla ancak bu kadar olur. Yani gözlerimizin önünde yüz binlerce Müslüman katlediliyor ve seyrediyoruz. Yani bu Müslümanlıktan ancak bu çıkıyor. Yeni bir Müslümanlık tasavvuruna ihtiyacımız var fakat bu yeni Müslümanlık başka bir Müslümanlık değil, bilakis onu asli haline irca etmektir. Bizim lügatimizde bunlar yok. İmam-Hatiplerde, İlahiyatlarda, cemaatlerde, tarikatlarda, evlerde; ağabeylerimiz, üstatlarımız, gazetelerimiz bunları anlatmadı. Ardı arkasına işgallere maruz kalınca anti- emperyalist damarımız kabardı. İslâm Dünyasında bıçak kemiğe dayanınca son anda bir hamle oluşuyor. Örneğin Cezayir’de ve diğerlerinde bir kıpırdanma var. Fakat teolojik düzlemde Müslümanlığımız içerisinde Müslümanlığın bütün yeryüzüne yönelik, adalet, insanların eşitliği, aynı Âdem’in çocukları olduğu, aynı yeryüzünde yaşadıkları; dolayısıyla insan gibi bir hayatın yaşanması gerektiği, bu konularda da çaba sarf etmesinin Müslümanların öncelikli görevi olduğu yönünde bir İslam anlayışı, bize telkin edilmedi. Belki, bunun sebebi Osmanlı’dan gelen imparatorluk ideolojisinde aranabilir; zira Osmanlı yeryüzünde egemen olduğu için ayrıca Müslümanlara böyle bir direnişçi Müslümanlık tasavvuru telkinine gerek yoktu. Otuz iki farzla, elli dört farzla, İslâm’ın beş şartıyla idare ediliyordu. Ama bugün ciddi bir değişim var ve dünyanın değiştiğini, şartların, konjonktürün ve dengelerin İslâm dünyası aleyhine geliştiğini fark edemiyoruz. Değişen şartlarda yeniden Müslümanlığımızı, oturup konuşmamız; yeniden konumlandırıp, konuşlandırıp, anlamlandırıp, yeniden formülasyona tabi tutmamız gerekir.

Bunu yapması gereken İlahiyat Fakülteleri iken, İlahiyat fakülteleri bu konu da oldukça başarısızdır. Diyanet İşleri Başkanlığı ise zaten bu yönde yapılacak her şeyin önüne engel oluyor. Yenilikçi İslâmi hareketler, M. Abduh’dan, C. Efgani’den beri anti-emperyalist olan bu hareketler yayılmak isteniyor İslâm dünyasında, ama sözüm ona dindar ve muhafazakâr çevreler-güçler bunu engelliyor.Dolayısıyla aslında Batının ayrıca bize kötülük yapmasına gerek yok. Resmi kurumlar; Mısır’da El- Ezher, Suud‘da Daru’l- İfta, Türkiye’de Diyanet İşleri, cemaatler, tarikatlar zaten özgürlükçü, eleştirel, muhalif, direnişçi, Kur’an merkezli bir İslâmi tasavvurunu geliştirmesini bizatihi bunlar engelliyor. Medya bunların ellerinde, sermaye bunların elinde vs. Dışarıda çok fazla düşman aramaya gerek yok, Müslümanlığın önündeki en büyük engel; yine Müslümanlar ve özellikle de din adamlarıdır. Biz Müslümanlar İslâm’ın önünden çekilsek; bütün dünya gerçek anlamıyla İslâm’ı tanısa, Müslüman olma şansları çok daha fazla olacaktır.

Ben bu fakültede böyle bir toplantının yapılmasını çok önemsiyorum. Gelecek nesillerden bu konularda kafa yoran ve bir direniş ve muhalefet teolojisi geliştirebilecek ve Kur’ân’ın yeryüzüne gönderiliş amaçlarını takılmadan sayabilecek ve küresel ölçekte bir Müslümanlık tasavvuru geliştirebilecek bir teolojiye ve böyle bir vizyona ihtiyaç var. Fakat böyle bir teoloji geliştirebilecek bir eğitim sistemi dizayn edilmiş değildir. Türkiye’deki İlahiyat Fakültelerinde de, İmam-Hatipler’de de, Diyanet’teki eğitim-öğretim, vaaz ve irşad faaliyetlerinde de, sadece devlete sadık ve uysal vatandaş yetiştirmeyi amaçlayan bir din eğitimi planlanıyor. Böyle bir bakış açısına ılımlı İslâm ve B.O.P.’u da eklerseniz çıkacak ürün budur. Giderek küresel kapitalizme, tüketim toplumu haline gelen ve gününü gün etmeye, dünya nimetlerinden daha fazla yararlanmaya çalışan, bunu da İslâmi kılıf altında gerçekleştiren, makam, mevkie, şöhrete, magazine karşı direnemeyen yeni bir Müslüman türü çıkıyor, yavaş yavaş. Bu tehlikeli gelişmeler karşısında artık gecikmeksizin, yeniden oturulup Müslümanlığımızın sorgulanması ve yeniden sağlıklı temeller üzerine inşa edilmesi gerekmektedir. Bu görevin herkesten önce İlahiyat camiasının görevi olduğunu ise asla unutmamak gerekir. Hocalarınızın büyük bir kısmı bu görevi unutmuş olsa da, yeni nesil; ilahiyatçıların bu konuda aynı hatayı tekrarlamaması en büyük dileğimizdir. Bu toplantıda tanıtmaya çalışılan DOĞU KONFERANSI sizlere bu konuda ilham kaynağı olabilirse ne mutlu!