BEGIN TYPING YOUR SEARCH ABOVE AND PRESS RETURN TO SEARCH. PRESS ESC TO CANCEL

İslam Dünyasında Birlik Bilinci

ESAM ÇARŞAMBA KONFERANSLARI – ANKARA,04/04/2007

Ele almak istediğim konu aslında akademik bir konu olmaktan ziyade İslam dünyası için ve biz Müslümanlar için var oluşsal önemi olan bir problem. Müslümanlığı yaşanması hayata geçirilmesi gereken bir hedef ve ideal olarak kabul eden ve bunu sağlıklı bir biçimde gerçekleştirebilmek için İslam konusunda bilimsel bilginin zorunlu ve kaçınılmaz olduğuna inanan ve bu noktaya gelmiş bir insan olarak, akademik olanlar da dahil bütün çalışmalarımın nihai hedefinin aslında netice itibariyle yeryüzünde İslami bir var oluşun imkanlarını araştırmak ve imkan nispetinde İslami var oluşu gerçekleştirmek için katkıda bulunmak olduğunu belirtmem gerekir.

Bu ise şüphesiz her Müslüman’ın en tabii görevidir. Bu perspektiften yola çıkıldığında zaten İslam ve İslam birliği konusu her Müslüman için bir siyasi proje olmaktan önce dindarlığının olmazsa olmaz bir parçasıdır. Çünkü Kur’an’da pek çok ayet çok açık bir biçimde Müslümanlar arasındaki yegane bağın onları bir araya getiren bağın etnik, kültürel, cins veya statü olmadığını, sadece ve sadece bu dinin ideallerine müştereken bağlanmanın yeterli olduğunu, Müslüman olmanın İslam kardeşliği ortak paydasında buluşmak olduğunu Kuran-ı Kerim 1400 seneden beri güçlü bir şekilde seslendirmektedir. Bu noktada ilmi,fikri ve akademik açıdan her hangi bir problem yoktur. Burada benim ele almak istediğim konu daha ziyade bunu müşahhas bir projeye dönüştürmek veya bu İslam birliğini, fiilen gerçekleştirilmesi mümkün olan bir hedef haline getirmek, bu hedefe ulaşmak için İslam dünyasındaki gelişmeleri izlemek ve geleceğe yönelik müşterek ortak bir projeksiyon yapmak, yani gelecekte hangi adımları atmamız uygun olur, neler yapabiliriz, bu konuların üzerinde durmak olacaktır.

Bunu yaparken de sadece bir ilahiyatçı olarak sahip olduğum teorik bilgiyle değil de, İslam dünyasıyla 1975 li yıllardan itibaren ilgilenen, 30 senedir aşağı yukarı şu veya bu şekilde bu coğrafyanın içinde bulunma imkanını elde etmiş biri olarak, ama özelikle son 2-3 yıl içerisinde, bilhassa Doğu Konferansı Girişimi çerçevesinde İslam dünyasının hemen hemen pek çok ülkesini gezme, oradaki entelektüellerle irtibatta bulunma ve ortak bir takım projelerde yer alma imkanı buldum. İslam dünyasının şu anda karşı karşıya olduğu problemlerin çözümü için fikir üretme sürecini bire bir yaşayan biri olarak hem intibalarım, hem de o bölgelerdeki gelişmeler çerçevesinde konuyu ele almak istiyorum.

İslam birliği Kur’an-ı Kerimde ilk defa temelleri atılmış bir ideal olmasına rağmen, bugünkü İslam dünyasında algılanan şekliyle bir İslam birliği fikri aslında 19. yüzyılda Cemalettin AFGANİ ile başlayan ve sonra sultan Abdülhamit Han’ın da siyasi alanda Pan-İslamizm ideolojisini veya idealini desteklemesiyle gelişen bir fikirdir. Aynı zamanda Osmanlının son döneminde ortaya çıkan üç hareketten biridir. Osmanlı yıkılmaya maruz kaldığı zaman üç temel fikir akımı vardı; yıkılmadan kurtulmak için bazı kesimler Türkçülük yani Türk ortak paydasında birleşerek Osmanlı imparatorluğunu ayağa kaldırmak gerektiğini söylüyorlardı. Bir kısmı İslamcılık projesinden yola çıkıyordu, bunun dışında Osmanlıcılık vardı. benim burada üzerinde durmak istediğim İslamcılık başlığı altında ele alınacak olan ve sultan Abdülhamit Han’ın siyasi düzlemde Pan-İslamizim olarak, Cemalettin Afgani’nin de fikri ve entelektüel temellerde ele almaya çalıştığı bir harekettir. Bu hareket 19. ve 20. yüzyıldaki bütün İslami hareketlere aşağı yukarı damgasını vurmuştur. Dolayısı ile bu noktada 20. yüzyıldaki İslam dünyasındaki gelişmelerin en temel karakteristiğinin “ümmet” fikri yani bütün Müslümanların birliği fikri olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Ancak Afgani’nin ortaya attığı bu fikir çeşitli renklere bürünerek İslam dünyasında zaman zaman tezahür etmiştir. Bunlar bazen Hilafet hareketleri olarak ortaya çıkmıştır, bazen de İslamcılık hareketi olarak günümüzde olduğu gibi devam etmektedir. Yakın zamanlarda D-8’ler hareketi olarak ortaya çıkmıştır. Yine yakın geçmişte özellikle İran İslam devriminden sonra devrimin İslam dünyasında Müslümanlara aşıladığı özgüven sayesinde Müslümanların tekrar birleşebilecekleri ve bir arada hareket edebilecekleri İslam birliği fikri yeniden güçlenmiştir.

Bu güne kadar ittihat-ı İslam düşüncesi, Hilafet hareketi, veya İslamcılık hareketleri olarak bilinen bu hareketlerin en temel özelliği sivil hareketler olmasıdır. Sultan Abdülhamit Hanın projesini dışarıda bırakacak olursak Cemalettin Afgani’nin ideali veyahut da günümüzdeki İslamcılık hareketleri, hilafet hareketleri, sonuç itibariyle bütün Müslümanların bir arada, siyasi, ekonomik, askeri kültürel işbirliği yaparak ortak hareket etmeleri gerektiği fikrini işleyen İslam dünyasındaki çeşitli hareketlerdir. Bu hareketlerin önünde ‘dağılma’ sürekli bir engel oluşturmuştur. Bir başka ifadeyle bu engel ulus devlet yapılarıdır. Çünkü İslam dünyası ve Osmanlı imparatorluğu parçalandıktan sonra birtakım suni sınırlar çizilerek bölgedeki devlet yapıları mümkün olduğunca küçük parçalar halinde bölünmüş, bu ülkelerin bir araya gelmelerini engellemek için gerekli sürtüşme noktaları ortada bırakılmış ve İslam ülkelerinin birleşmeleri engellenmeye çalışılmıştır.

Bu gün gelinen noktada Büyük Orta Doğu projesi ve benzeri projelerle, parçalanmış olan Osmanlı İmparatorluğunu daha mikro düzeyde parçalama çabaları sürmektedir. Bu konuya daha sonra tekrar değineceğiz. İslam ülkeleri arasında İslam Konferansı Teşkilatı gibi bir takım teşebbüsler olmasına ve diğer bir takım kuruluşların varlığına ve bu yönde sarf edilen çabalara rağmen İslam birliği henüz bu noktada müşahhas adımların atıldığı müşahhas bir projeye dönüşememiştir. Bunun da önünde iki temel engel vardır: Birisi bu İslam birliğinin siyasi iradeler eliyle gerçekleştirilmek istenmesinin getirdiği zorluklardır; zira bu İslam ülkelerinde Mağripten Endonezya’ya kadar bütün ülkelerde büyük ölçüde Batının çıkarlarını temsil eden veyahut kendi saltanat çıkarlarını ön planda tutan, İslam ümmetinin menfaatlerini ikinci plana itebilen yönetimlerin varlığı ciddi bir engel oluşturmaktadır. Mağripten itibaren bütün ülkelere baktığımızda hepsinde despotik yapılar ve yönetimlerin olduğunu görürüz. Fas da krallık var, kral öldü, yerine oğlu kral oldu. Cezayir’de bir demokrasi tecrübesi yaşandı fakat bu yine Batı destekli baskılarla demokrasi linç edildi. Libya tek adam yönetimiyle yürüyor. Tunus en az Türkiye’deki kadar baskıcı despot bir yönetim söz konusu, Mısır’da yine tek adam yönetimi var. Ürdün krallık, Irak tek adam yönetimi, Suudi Arabistan krallık, ondan sonra Suriye’de hala tek adam yönetimi var. Hafızu’l- Esed dönemindekinden nispeten daha iyi olsa da. Türkiye’de zaten belli bir ideolojinin egemenliğine dayalı bir tür oligarşik despotizm var. Yine milletin iradesini yansıtmayan ve milletin iradesine ipotek koyan baskıcı bir yönetim söz konusu idi İran’da, zira Şah vardı. Pakistan’da şu anda askeri yönetimler var. Sudan‘da her ne kadar demokratik bir yapı var ise de sonuç itibariyle uzun süre bir generalin, bir askerin yönetiminde Sudandaki idarenin yapılandırıldığını unutmamak lazım.

Bu siyasi yapıların kendi çıkarlarını ön plana almalarından dolayı İslam birliğinin, Müslümanların bir araya gelip bir birlik oluşturmalarının önüne bizatihi kendileri engel teşkil etmişlerdir. Tabii ki, Milliyetçilik, ulusçuluk, kavmiyetçilik, bölgecilik, gibi anlayışlar İslam birliğini gerçekleştirme önünde esas büyük engeli teşkil etmişlerdir. Bunlar özellikle İslam ülkelerinin bir araya gelmesini engellemek için dışarıdan içeriye sokulmuş olan bir takım ideolojiler veya düşüncelerdir. Bunlar içerisinde, etnik temele dayanan bir yaklaşım olarak özellikle Orta Doğu’da Arapçılık/Baas hareketi, ardından 1960-1970’li yıllarda Sosyalizmin yükselen değer olduğu dönemlerde bu gibi ideolojiler İslam birliğinin önünde bir engel teşkil etmiş ve şu anda da bir Arap birliği kuruluşu var büyük ölçüde Arapların birliğini merkeze alan bir birliktelik çabası sergilenmiştir, onun dışında İran kendi çevresinde Şii dünyasını merkeze alan bir yapılanma içerisine gitmiştir. Uzak doğuda Hindistan Pakistan Endonezya ve Malezya çerçevesinde de ayrı bir yapılanma yönüne gidilmiştir. Rusya’da demir perde bloğunun çökmesi sonucunda Türk etnik temelinde bir birliktelik oluşturulması çabası sergilenmiştir. Bunlar özellikle Türki Cumhuriyetler dediğimiz ülkelerdir ki, Türkiye’nin ağabeylik rolüne soyunması ve bunları çekip çevirerek bir birlik oluşturma çabaları daha sonra fiyaskoyla sonuçlanmıştır. Türkiye’nin bölge ülkelerine ağabeylik yapma çabaları geri tepmiştir ve sonuç itibariyle şu andaki Türki cumhuriyetlerde, Türkiye’nin yönetimine tavır alacak kadar son derece olumsuz gelişmeler sergilenmiştir.

Bütün bu gelişmeler esnasında, bir yandan sol ideolojik hareketler ve etnik temele dayalı bir takım yapılanmalar İslam dünyasındaki birliği engellerken, öte yanda 11 Eylül sonrasında Müslümanlar arasında İslam birliği hedeflerini zedeleyecek bir takım farklı yeni ideolojilerin ortaya çıkması da sonuç olarak bugüne gelinceye kadar İslam birliği hedefinin gerçekleşmesini engellemiştir. Hem siyasi faktörler, hem de ideolojik faktörler bunu engellemiştir. Ancak 11 Eylül hadisesinden sonra İslam dünyasında insanlar özellikle sivil toplum kesimleri İslam dünyasının geleceğinin kendilerini yönetenlere teslim edilemeyecek kadar çok vahim ve önemli olduğunu fark ettiler ve bunlar bu tespitin ardından Müslümanlar kendi aralarında bir işbirliği imkanının mümkün olup olmadığını araştırma noktasına geldi .Bu noktada İslam dünyasında 11 Eylülden sonra öncelikle Afganistan, Irak, Lübnan ve Filistin ekseninde bütün Müslümanların bir iş biriliği yapma noktasında buluştuğunu, özellikle aydın kesimlerin bir araya geldiğini görüyoruz. Bu bir araya gelişler, İslami hareketlerin, İslami grupların bir araya gelmesinden ziyade, İslam dünyasında vicdani bir hareket olarak bütün grupların, bütün kesimlerin bir araya gelmesi şeklinde olmuştur.
İslam dünyası dediğiniz zaman, İslam dünyası kavramının ne anlama geldiğini de masaya yatırmak gerektiği ortaya çıkıyor. Çünkü İslam dünyası dediğimiz zaman Mağripten Endonezya’ya kadar bir buçuk milyar civarındaki bu nüfusun sadece Müslümanlardan ibaret bir yapı olmadığını, onların içerisinde Hıristiyanların da olduğunu, mesela Mısır’da yedi milyon, Lübnan’ın büyük kesiminde Hıristiyan nüfus bulunmaktadır. Ayrıca, İslam dünyasında bulunan çeşitli dini, etnik ve azınlık grupların aynı Müslümanlar gibi İslam dünyasının tek bir vücut halinde hareket etmesi gerektiğinde hem fikir olduğu görüldü. Özellikle 11 Eylül olaylarından sonra Hıristiyan’ıyla Müslüman’ıyla hemen hemen hepsinin aynı noktada bir araya geldikleri görüldü. İslam dünyasında ümmetin birliği fikrini tartışırken önce ümmetin ne olduğu konusunda da net bir fikre sahip olmamız gerekiyor. İran devriminde Müslümanların solla işbirliği yaptıklarını biliyoruz. Onun dışında bir çok İslam ülkesinde de İslami hareketlerin sol hareketler ile zaman zaman iş birliği yaptığını görüyoruz. Aynı şekilde günümüzde de Mısır, Cezayir, Tunus, Fas gibi ülkelerde İslami hareketlerin yine sistem muhalifi sol hareketlerle müştereken hareket ettiğini biliyoruz. Fas’ta mesela AKP belediye seçimlerinde sol partilerle iş birliği yapmıştır ve şu anda seçimi kazandığı birçok belediyede AKP mensubu bir belediye başkanı yanında sol partiden birisi, ya da aksi söz konusu olabilir. Tunus’ta aynı şekilde despot yönetimlere karşı bu yönetimi değiştirmek amacıyla bütün muhalif gruplar ortaklaşa hareket etme noktasına gelmişlerdir. Tunus’ta mesela başörtüsü konusunda biliyorsunuz çok ciddi bir takım gelişmeler oldu. Türkiye’dekine benzer hatta daha sert bir takım yasaklamalar uygulanmaya çalışıldı. Buna karşı Tunus’ta da sadece İslami kesim değil, bütün İslami gruplar ve bunlara ek olarak bütün sol grupların oluşturduğu bir platform çerçevesinde bu özgürlüklerin temin edilmesi için mücadeleye girişildi ve halende bu platform devam ediyor. Mısırda aynı şekilde Mübarek’in baskıcı yönetimlerine karşı Kifaye(Yeter!) hareketi içerisinde İhvancı hareketler de yer alıyor, aynı zamanda Marksist ve diğer sosyalist hareketler de aynı Kifaye hareketin içerisinde yer alıyor. Nitekim daha yeni bundan üç gün önce 28-29 unda Kahire’de yine uluslararası “Siyonizm’e ve Amerikan emperyalizmine karşı beşinci direniş sempozyumu” yapıldı. orada da bir yandan sol işçi sendikaları sivil toplum kuruluşları, diğer yandan İhvan-ı Muslimin bütün kanatlarıyla, hukuk alanında barosuyla, siyasi kanatlarıyla burada yer aldı. Benzer şekilde Ürdün’de, Yemen’de, keza Suriye’de, Pakistan’da buna benzer bir takım oluşumlar söz konusudur.

Dolayısıyla İslam birliği fikrini eğer tartışacaksak bunu İslam dünyasını bir bütün olarak ele alarak tartışmamız gerektiği sonucu ortaya çıkıyor. Yani sadece Müslümanların bir araya gelip bir birlik oluşturmaları tek başına yetmiyor. Bunun içerisine İslam dünyasında yaşayan, yani İslam toplumlarının tabii üyesi olan Hıristiyanları, bütün mezhepleriyle, Ortadoksuyla, Katoliğiyle ve elbette ki, İslam medeniyetinin geleceğini önemseyen ve İslam dünyasının geleceği açısından Müslümanlarla aynı düşünen grupları veya cemaat yapılarını bu sürecin içerisine dahil etmek gerektiği sonucu ortaya çıkmıştır.

Bu çalışmalarda sürdürüldüğünde İslam birliğinin gerçekleşmesi sahici bir imkan mıdır? Yoksa bir ütopya mıdır? Bu noktada biraz daha konuya yakından bakmamız gerektiği sonucu hemen önümüze çıkıyor. Benim kanaatime göre İslam dünyasından önce iki tane ümmet projesi şu anda hayata geçirilmiş, ya da geçirilmek istenmektedir? Eğer ümmet kelimesini bir ideal etrafında buluşmak, yani etnik, dini veyahut da başka alt kimlikleri aşarak; belli bir ideal etrafında toplanmak anlamında tanımlayacak olursak iki temel ümmetleşme çabasından bahsedebiliriz. Bunlardan birisi Amerika Birleşik Devletleridir, zira etnik bakımdan toplama, dini bakımdan farklılıklar içeren ve son derece heterojen, homojen olmayan bir yapıdadır. Ancak Amerikan ideali etrafında bu topluluklar birleştirilerek bu gün çeşitli eyaletlerden oluşan bir “Amerika” devleti oluşturulmuştur. Benzer bir çaba Avrupa birliği çabasıdır biliyorsunuz. 50 senelik bir süreç içerisinde etnik bakımdan dini bakımdan Katolik’iyle, Protestan’ı ile Ortodoks’u ile Fransız’ı ile Alman’ı ile çeşitli grupları bünyesinde barındıran ama ayrıca ‘Avrupalılık’ ideali etrafında toplanan bir yapılanma söz konusudur.
Bütün bu gelişmeler olurken, Batı’nın “ümmet” olmaya çalıştığı bir dönemde İslam dünyası için önerilen model “ulus devlet” modelidir. Etnik yapı temeli üzerine ve tek tip etnik yapı, tek din, tek kültür esası üzerine bir devlet yapılanması Arap ülkelerinde Arapçılık üzerine kurulmaktadır ve Arap olmayan unsurlar bastırılmaya çalışılmaktadır. Mesela Fas’da Faslıları “berber” olarak biliriz. Berber aslında Fas halkına ve Kuzey Afrika halklarının tamamına Romalıların taktığı bir isimdir; barbar demektir. Fas, Tunus ve Cezayir bölgesindeki yerli halkın orijinal ismi Amâziğ’dir. Amaziğ’lerin kültürel, etnik ve diğer hakları uzun yıllar baskı altında tutulmuştur. Tıpkı Türkiye’de Kürtlerin etnik haklarının baskı altında tutulması, aynı şekilde firavun neslinden gelen Arap olmayan Ortadoks Kıptiler de baskı altına alınmıştır ve Araplaştırma politikalarına maruz kalmışlardır. Benzer politika Sudan Darfur’daki sıkıntının sebebini de oluşturmaktadır. Arap olmayan, Müslüman olmayan unsurları bir yandan Müslümanlaştırma bir yandan da Araplaştırma politikaları uygulanmaktadır. Buralarda uygulanan ulus devlet politikaları belli bir noktanın ötesine gidemediği için Sudan, Mısır, Fas ve Türkiye’de doğu sorununda olduğu gibi bir takım sıkıntılara yol açmıştır. Temelde önce kuzey ve güney olarak ikiye ayrılmış bir yapı tesis edilmiş, sonrasında bu bölgelerde bir yandan etnik olarak bir takım küçük gruplar söz konusu olmuş, ayrıca bu etnik parçalanmalara ilaveten mezhep temelinde de bir takım parçalanmalar; özellikle Yemen’de Zeydiler’le Şafiiler ve Sünniler arasında bir parçalanma ve gerilim yaşanmıştır. Aynı şekilde, yine Yemende Sünniler içinde Şafiiler ve Selefiler arasında bir takım parçalanmalar yaşanmış ve şu anda Yemenin birliği bakımından ciddi sıkıntılar doğurur hale gelmiştir.

Öte yandan Irak’taki hareketin Baascı bir hareket olduğu, Arap olma, Arapçılık hareketinden de öte Irak’taki yerli etnik unsurları merkeze alan azınlık yönetimine dayandığı görülmektedir. Tıpkı Suriye’de olduğu gibi Nusayrilerin Sünni ekseriyete mukabil egemen olduğu gibi Irak’ta da Tikrit merkezli Saddam’ın da mensup olduğu Tikrit ağırlıklı ve Arap kökeni şüpheli olan ve Arap olma ihtimali zayıf olan etnik bir takım grupların hakim ekseriyetiyle Arap unsura karşı yapılandırıldığı bir durum söz konusudur. İran’da da aynı şekilde Fars, Türk ve Kürt unsurları özellikle devrim esnasında bunlar sürekli problem olmuştur. Bugün de İran içerisinde bir takım çevreler tarafından bu unsurların problem olabilmesi için uygun zeminler hazırlanmaktadır. Hatta zaman zaman Türkiye üzerinden İran’ın içerisinde etnik bir parçalanmanın sağlanması, Türkiye’nin Türk kartını oynaması için, Türkiye’ye yönelik bir takım manipülasyonların ve telkinlerin olduğunu biliyoruz. Öte yandan Malezya, Hindistan ve Pakistan bölgesine baktığımızda, Afganistan’da zaten Peştunlar v.s Etnik ayrımlar bütün gücüyle aktif durumdadır. Türkiye, Afgan savaşında Türk kökenlileri desteklerken, Pakistan Peştunları, kendine yakın diğer etnik grupları desteklemiştir. Pakistan’da da etnik temele dayalı bir gerilim ortamı söz konusudur. Çünkü Pakistan içerisinde de benzer yapılar vardır. Mesela Malezya’nın en sorunsuz İslam ülkesi olduğunu düşünürüz. Malezya da özellikle Malayların, Çinlilere karşı uyguladığı bir baskı politikası vardır ve çok enteresandır. Son yirmi yıla kadar Malezya’da Çinliler ekonomide çok güçlüydüler. Bunlara karşı Malaylar ikinci sınıf vatandaş idi. Giderek Malaylar da kendi burjuvalarını, ekonomik sınıflarını yarattılar. Çinlilerin tekrar güçlenmelerinden korktukları için, Çinlilerin Müslüman olmalarını istemeyecek kadar Çin karşıtı bir politika bugün Malezya’da halen egemendir. Endonezya’da da yine bir takım etnik yapılardan bahsetmek mümkündür.

İngiliz sömürgeciliğinin Osmanlı imparatorluğunun parçalanması esnasında Ortadoğu ve İslam dünyasında ektiği bu tohumlar şu anda tamamen kurumuş değildir. 11 Eylül sonrası Afganistan, Irak, Filistin ve Lübnan’a yönelik saldırılar neticesinde her an yeşerme ve mayalanma safhasında bulunan bütün bu ayrılıklar aşılarak, Müslümanlar arasında birlik oluşturma fikri giderek hızlanmış ve bu alandaki ümitlerin güçlenmesine yol açmıştır. Bu fikri hayata geçirmek için yaşanan bütün dezavantajlara rağmen madalyonun öbür tarafına baktığımızda elimizde bir takım imkanların da bulunduğunu görüyoruz. Bunların en başında Amerika ve Avrupa örneğinde olduğu gibi, ümmet oluşturabilmek için en önemli şartlardan birisi coğrafi faktördür. İslam dünyası Mağrip’ten Endonezya’ya kadar kesintisiz bir coğrafya üzerine oturmuştur. Dolayısıyla bir insan Endonezya’dan veya Malezya’dan çıkıp Selamûn Aleykum-Aleykum es-Selam diyerek tek bir kuruş harcamadan Fas’a kadar, Atlas Okyanusu’na kadar rahatlıkla gidebilir. Aynı zamanda ulaşım imkanları bakımından kesintisiz üç kıtada yayılmış bir coğrafyaya sahip ve bu alanda gerekli alt yapısı var. Bunun yanında ortak bir tarih, ortak bir din, ortak bir dil ve ortak bir kültür var. Ortak bir dil var derken bu bize biraz garip gelebilir. Ancak İslam dünyasının üç müşterek dili var, Arapça, Farsça ve Türkçe. Diğer diller de Malay dileri de var, ama medeniyet dili olarak üç temel dili kabul edebiliriz. Bu dillere bakıldığı zaman bunların ortak paylarının yüzde otuzlara vardığını görüyoruz. yani Türkçede yüzde otuza varan Arapça-Farsça kelimeler, Farsçada yüzde otuza varan Arapça-Türkçe kelimelere rastlıyoruz. Dolayısıyla bunların çoğunluğunda İslam medeniyetinden, İslam kültüründen gelen kelimelerdir. Siz hiç Türkçe bilmeseniz bile, Türkiye’ye geldiğiniz zaman, bir Müslüman olarak Müslümanlarla iyi kötü anlaşırsınız. Veya bir Arap olarak İran a gittiğiniz zaman, yine Türkiye ye geldiğinizi zamanki gibi, keza bir İranlı olarak Arap ülkesine veya Türkiye’ye geldiğiniz zaman büyük ölçüde anlaşma imkanınız vardır. Ayrıca ortak semboller üzerinden de anlaşma imkanınız vardır. Dil sadece konuşulan dil olmayıp bir takım sembolleri de içermektedir. Söz konusu bu semboller üzerinden de ortak bir dilin, ortak bir kültürün olduğunu rahatlıkla ifade edebiliriz. Bunların yanında Müslümanların, özellikle son yirmi yıl içerisinde İslami hareketler içerisinde İslam birliği fikrinin gelişmesi kolay olmuştur. Bu Türkiye’de Milli Görüş hareketi içerisinde, Mısır’da İhvan hareketi içerisinde ki, ihvan hareketi de aslında sadece Mısır’a mahsus bir hareket değildir. Suriye, Irak ve Sudan gibi farklı ülkelerde de uzantıları vardır. Hatta Yemen gibi uzantıları vardır. Pakistan da Mevdudi’nin Hareketi ve diğer İslami hareketler içerisinde yine Malezya ve Endonezya’daki birtakım siyasi hareketler yer almaktadır. Bunlar da kendi içlerinde İslam birliği fikrini bir siyasi programa almışlardır ve aynı zamanda bu yönde müşahhas adımlar atmışlardır.

Burada en önemli husus, İslam birliği ve ümmet birliği projesinin bu güne kadar İslami bir proje olarak algılanmış olmasıdır. Bu durum, İslam dünyasının büyük çoğunluğu Müslüman olduğu için temelde sağlıklı bir bakış açısıdır. Ancak İslam dünyasının sadece Müslümanlardan ibaret olmadığı, Müslümanların pek çoğunun nominal-Müslüman olduğu, yani sosyolojik olarak kültürel olarak Müslüman olduğu ama bir takım İslam dışı ideolojileri benimsediği hususunun da göz ardı edilmemesi gerekir. Sol ideolojiler olabilir, milliyetçilikle ilgili ideolojiler olabilir. Hatta liberal ideolojiler de olabilir. Bir kere bunları aynı kategori içerisinde değerlendirmek doğru değildir, çünkü bu insanlar her ne kadar kültür olarak Müslüman olduklarını ifade etseler de, ideolojik yaklaşım olarak İslami bir proje içerisinde yer almamaktadırlar. Ancak buradaki yer almama, onların İslam birliği fikrine karşı oldukları anlamında değildir, zira asgari payda olarak büyük ekseriyet için din olarak, ama azınlıklar için kültür olarak, İslam ortak paydasında birleşmenin mümkün olduğu da kabul edilmektedir. Bu noktadan bakıldığında Arap ülkelerindeki Marksist, Liberal veya Milliyetçi akımların daha yakından analiz edilmesi gerekir. Bunlar Türkiye’de gördüğümüz ve anladığınız manada sol, milliyetçi veya liberal hareketler değildir. Bunlar aslında ateist veya materyalist hareketler de değildir. Bunların mesela Marksistliği sadece ezilen sınıflardan yana olmaları ve statükoya karşı eleştirel tavır takınmaları, kapitalizme karşı ve kapitalist politikalara karşı tavır almalarından dolayıdır. Ancak kültürel olarak bakıldığında, özellikle Arap ülkelerinde sol bilinen akım ve aydınların çoğunluğunun Türkiye’deki benim diyen pek çok İslamcı aydından çok daha fazla İslam konusunda hem bilgili hem ona yakın ve sıcak olduğunu söyleyebiliriz. Bunların solculuğu dine tavır almak, dini reddetmek veya dine karşı bir şey yapmak değil, tam aksine iktidara statükoya karşı tavır almak, Amerikancı politikalara, Batıcı politikalara karşı tavır almak, aynı zamanda ezilen kitlelerin sözcülüğünü yapmak anlamında bir solculuktur. Yani daha doğrusu sosyal adaletçiliktir. Nitekim 60-70 li yıllarda sosyalizmin yükselen değer olması esnasında İslam Sosoyalizmi veya İslam’da Sosyal Adalet başlığı altında bir takım eserler de yazılmıştır. Seyyid Kutup da yazmıştır, es-Sibâ’î de yazmıştır. Bu yazarlar ihvan hareketi mensubudurlar. Aynı şekilde Hatemi de Türkiye’de yazmıştır. Nurettin Topçu’nun Anadolu Müslüman Sosyalizmi konusunda yazıp çizdikleri vardır. Aslında bunların Marksist anlamda bir sosyalizmle, solculukla alakası yoktur. Bunlar temelde sosyal adaletçi hareketlerdir. Yani ezilen kitleleri gariban kitleleri, mağdur kitlelerin hakkını ,zulme maruz kalan kitlelerin hakkını savunmak anlamındadır. Dolayısıyla, bu insanların İslam birliği projesinin dışında kalmalarını gerektirecek hiçbir sebep yoktur.

Hıristiyan ve diğer din mensuplarına baktığımızda bu noktada biraz daha İslam ülkelerindeki gayrimüslim grupları yakından tanımamız lazım. Biz genellikle Hıristiyan deyince Batı Hıristiyanlığını anlıyoruz ve aslında bu konuda bile ciddi bir eksiğimiz var. Birincisi Hıristiyanlık Batının ürünü değildir. Hıristiyanlık İslam coğrafyasının ürünüdür. Hıristiyanlık Filistin’de Nasıra’da çıkmıştır. Dolayısıyla İslam coğrafyasının malıdır. Batının malı değildir. Batıdaki Hıristiyanlık, Hıristiyanlığın en dejenere versiyonudur. Pavlos’un müşrik putperest Roma kültürü ile harmanladığı bir Hıristiyanlıktır. Gerçek Hıristiyanlıkla alakası yoktur. Gerçek Hıristiyanlığı arıyor isek bakışlarımızı yine İslam dünyasına çevirmemiz lazım. Yani, Mısır’da-Kıptilere, Etiyopya’da-Ortodoks kilisesine, Lübnan’daki Ortodoks kilisesine, Türkiye’deki Süryanilere, Irak’taki Asurilere, Keldanilere bakışlarımızı çevirmemiz gerekir. Bu noktadan bakıldığında aramızdaki kültürel farkın tahmin edilenden çok daha az olduğunu ve müşterek paydamızın tahmin edilenden çok daha fazla olduğunu görürüz. Mesela biz Hıristiyanlık deyince kilisede ayin yapan Hıristiyanları görüyoruz, ama Süryanileri yakından tanıyanlar Müslümanlara çok benzediğini iyi bilirler. Yine Etiyopya’ya gidip, Etiyopya Ortodoks kilisesindeki Hıristiyanların dindarlık yaşantılarını görenler, ibadetlerde bile Müslümanlıktan büyük bir farkları olmadığını aşağı yukarı göreceklerdir. Mesela ben tesadüfen bir televizyon programında onların on günlük bir haclarının yapılışına şahit oldum. Hac merasimi sonunda Etiyopya’daki Hıristiyan aile orada bir kentte, bir manastırda hac sona eriyor ve hac ibadeti sona erdikten sonra aynı bizim gibi namaz kılıyorlar. Hiç fark yok, tıpkı Süryanilerde olduğu gibi. Burada söz konusu olan sadece ibadetlerdeki benzerlikler değil. Mesela Beyrutlu bir Hıristiyan olan Reşad Haddad Doğu Hıristiyanlığına ilişkin yaptığı doktora tezine dair verdiği bir seminerde dedi ki; “biz teslis çıkarız ama buna bir şey ekleriz, “ilahımız tekdir” deriz. Kendisi bunun İslam etkisi olduğunu söylüyor. Yani bizim topraklarımızın Hıristiyanlığı bile aslında Müslümanlıktan etkilenmiş bir Hıristiyanlıktır. Batı Hıristiyanlığı gibi değildir ve özellikle Lübnan sorunu, Filistin sorunu, Irak’ın işgali gibi konularda gerek Mısır’daki Ortodoks kilisesi, gerek Lübnan’daki Ortodoks kilisesi, ve gerekse bölgemizdeki diğer Ortodoks Hıristiyanların tamamının siyasi duruşları Müslümanlarınkiyle aynıdır. Duruş bakımından, işgal karşıtı olmak bakımından, Müslümanlarla hiçbir farkları yoktur. Bunu bizatihi kendimiz müşahede ettik. Hem Mısır’da, hem Lübnan’da hatta bir kilisenin bahçesinde Hıristiyanlarla yaptığımız toplantılarda açıkça bunu ifade ettiler. Dolayısıyla siyasi proje olarak da Müslümanların İslam dünyasının bir araya gelmesinin önünde etnik ve dini ayrımlar da bir engel değil, tam aksine bir mozaik gibi bu birleşmeyi perçinleyici bir işlev görebilir. Ancak bu noktada Müslümanların sadece Hıristiyanlığı değil, kendi Müslüman gruplarını ve akımlarını da tanımadıklarını rahatlıkla söyleyebiliriz.

İslam birliği konusunda bizim geliştirmemiz gereken bir takım kavramlar ve atılması gereken bir takım adımlar vardır. Burada belirtilmesi gereken husus İslam birliğinin resmi siyasi yapılar aracılığıyla gerçekleşmesinin pek mümkün olmadığıdır. Çünkü bunu Lübnan’ın işgali sırasında gördük. Nasrallah’ın bütün Müslümanların yüzünü ağartan savunmasına mukabil hemen, Sünniliği sevdiklerinden değil ama kendi tahtlarını korumak için, Suudi Arabistan, Mısır ve Ürdün’ün –yani BOP’un üç sac ayağının- bir araya gelerek Nasrallah’a karşı onu nasıl yargılayıcı ve karalayıcı bir hareket içine girdiklerini gördük. Sonuçta gerek Mısır’da gerekse Suudi Arabistan’da ve diğer Sünni ulemanın bunu sadece Sünnilik gayretiyle yapmadığını gayet iyi bilmek gerekir. İran, Lübnan ve Irak’taki Şii varlığı, bir çoklarınca bir Şii hilalinden de söz edilmesine rağmen, Şii sempatisini hak etmektedirler. Çünkü şu anda İslam dünyasında gerçekten Müslüman’a yakışır bir duruş sergileyen siyasi olarak bu bloktur. İran’dır ve Lübnan’daki mücadeledir. Irak konusunda aynı şeyi söylemek mümkün değildir. Çünkü Irak’ta daha pragmatik yaklaştıkları anlaşılıyor. Onu birazdan belki Iranla ilgili değerlendirmede söyleyebiliriz. Burada İran’ın Şii üçgeninin ya da, Şii hilalinin güçlenmesi karşısında yapılması gereken mezhepçilik yaparak buna karşı tavır almak mıdır? Yoksa gerçekten İslam dünyasının geleceği açısından yapılması gerekenleri yapan, atılması gereken adımları atan her kim olursa olsun hangi mezhepten olursa olsun bunların güçlenmesini takdirle karşılamak mı gerekir?

Bu noktada hemen mezhep ve etnik faktörler devreye girmektedir. Bu noktada Müslümanlar bakışlarını netleştirmeleri gerekir. İran’ın biraz daha güçlenmesi ihtimali belirdiği anda sadece Suudi Arabistan, Mısır değil, Türkiye de aynı oyunun içine çekilmek istenecek ve zaten Büyük Ortadoğu Projesinin ayaklarından biri olan Türkiye’de, Sünnilik adı altında ve Şiilik geliyor tehdidi altında buna karşı bir komplo ve parçalayıcı bir hareket oluşturulmasına çalışılacaktır. Buna karşılık, Müslümanların şimdiden bir takım kavramlar ve yöntemler geliştirmeleri gerekir.

Bu noktada yapılması gerekenler neler olabilir; birincisi kesinlikle etnik esasa dayalı bütün yapılanmaların İslam’a aykırı, İslam dışı olduğunun altını çok açık bir biçimde çizmek gerekir. Ancak bu noktada bütün İslami hareketlerin kendilerini gözden geçirmeye ihtiyacı var. Türkiye’deki İslami hareketlerin birçoğunda Türkçü bir politikanın olduğunu, Türk milliyetçi söyleminin son zamanlarda hadiselere bağlı olarak da yükseldiğini görüyoruz. Bu açıkça çok endişe verici bir durum. İkincisi Arap ülkelerinde de hâla İslam ülkelerinin geleceği söz konusu olduğunda hemen bir Arap Birliği, Arap zirvesi lafları zikrediliyor yani Arapçılık ekseninde harekete geçmekten hâlâ vazgeçilmiş değil. Tabiî ki burada İslami parametreler bakımından kayda değer hiçbir şey yoktur. Bu konuda yönetimlerden bir şey beklemek mümkün olmadığına göre, İslam ülkelerindeki İslami hareketler, etnik temele dayalı İslami oluşumlar ve ideolojiler konusunda tavrını belirlemelidir. Mesela İhvan-ı Muslimin bir Arap hareketi olarak bunu sunmaktadır. Halbuki Arap,Türk, Çerkez, Kürt herkesi içeren bir hareket olarak algılanması, bu hususun netleştirilmesi lazım. Çünkü Mısır’da da ihvan-ı Muslimin hareketi içerisinde bir Arapçılık boyası zaman zaman yüzeye vurmaktadır.

Aynı şekilde İslam dünyasının bir parçası olarak Kürt nüfus da ümmetçilik ve İslam birliği projesi karşısında tavrını netleştirmelidir. Bu noktada da ciddi problemler vardır. Çünkü uzun yıllar baskıya uğramış olmanın verdiği sıkıntı ve bunalımdan sonra Amerika’nın bölgeye yaptığı işgali bir fırsat bilerek, Amerika’nın bütün çıkarlarına evet diyecek kadar Amerika’nın yanında yer alan bu bölgede bir yapılanma var ve bu yapılanmanın temelinde tamamen Kürt etnik kimliği vardır. Bu bölgede yaşayan insanların büyük çoğunluğu zaten kendilerini Müslüman olarak tanımlamaktadır. Güney Doğuda yaşayan Kürt nüfus, kendilerini gerçek anlamda İslami bir hareketin taraftarı mı olacaklarını, yoksa etnik temele dayalı ayrımcı bir hareket içerisinde mi yer alacaklarını netleştirmeleri gerekir. Çünkü gerek Kuzey Irak’ta ve gerekse Güneydoğu’da olup biten etnik temele dayalı bir hareketin İslami bir niteliği yoktur. Dolayısıyla bu hareketler irdelenip, tartışılmadığı sürece, İslam birliği projesinin göbeğinde nasıl ki Arapçılık bir ur gibi bu bünyede sırıtacaksa, Kürtçülük de aynı şekilde bu bölgede İslam birliğinin önünde bir ur gibi mutlaka sırıtacaktır. Müslümanların, özellikle İslami hareketlerin Türkçülük, Arapçılık, Kürtçülük vb. etnik temele dayalı Batıdan sirayet etmiş, bana göre hastalıklı yapılara karşı tutumlarını acilen belirlemeleri İslam birliğinin geleceğini belirlemesi bakımından önemlidir. Burada önemli bir diğer nokta, bu etnik ayrımların İslam şeriatının en sıkı şekilde uygulandığı söylenen ülkelerde de var olmasıdır. Sudan’ın güneyinde Arap olmayanlara karşı ayrımcılık, Suudi Arabistan’da Arap olmayan yok ama Necd’lilerle Hicazlılar arasında ayrım vardır. Yönetim sürekli Necdlilerde olduğundan Hicazlılar ikinci sınıf insan muamelesi görür. Aynı şekilde Türkiye’de etnik ciddi bir problem var. Bunu hepimiz yaşıyoruz. %99’u Müslüman diyoruz ama, öte yandan nasıl Müslümanlıksa kimisi Türkçülük peşinde koşuyor, kimisi Kürtçülük peşinde koşuyor, kimisi de başka şeylerin peşinde koşabiliyor. Burada da ister istemez Müslümanlığımızı tekrar masaya yatırıp sorgulamamız gerekir. Bugün %99’u Müslüman veya bir buçuk milyarlık İslam dünyası gibi ifadeler sadece birer slogan haline gelmiştir. Bunların içeriğinin doldurulması gerekir. Bunlar bizi aldatabilir, aldatıcı bir slogana dönüşebilir. Çünkü gerçeklik olarak bakıldığında, İslam’a gönül vermiş bir buçuk milyar insandan, ümmet olmanın yegane üst kimlik olduğuna inanan bir kitle olarak söz etmek mümkün değildir. Aynı şekilde Türkiye’de de kendi Müslümanlığımızı tekrar gözden geçirme ihtiyacında olduğumuzu söyleyebiliriz.

Bir diğer husus cemaatçilik ve mezhepçilik faktörüdür. Burada da Batı dünyası bir yandan Şii-Sünni ayrımını özellikle kaşıyarak Müslüman birliğini zedeleme yönünde adımlar atıyor. Ancak Müslüman birliğini mezhepçilik açısından zedeleyenler sadece batılılar mı? Veya batılıların oyununa gelenler mi? Hayır, bizatihi kendimiz bu ülkedeki Sünni ekseriyet olarak Şiilik konusunda sağlıklı bilgimiz olmadığını söyleyebiliriz. Şiilik nedir? Şiiliğin iç yüzü nedir? Şiiliğin içindeki gelişmeler nelerdir? Bu konularda yeterli bilgimiz yok. Şunu ifade etmek gerekir ki, Sünni düşünce özellikle 20. yüzyılda nasıl değişim içindeyse ki bunlar ayrı birer makale konusudur, aynı şekilde Şii düşünce de çok ciddi radikal bir değişim içerisindedir. Mesela Şii Dediğimiz homojen bir yapı değildir. İran’da egemen oniki imamcı Şiiler vardır. Pakistan’da Şii gruplar vardır. Yine Lübnan’da ve Irak’da şii gruplar vardır. Yemen’de Zeydiler vardır. 5. mezhep de denilir zira Sünniliğe çok yakındır. Bütün bunların hepsinde farklılıklar vardır. Şia da kendi içerisinde bir değişim geçirmektedir. 12 imamcı Şiaya göre 12. İmam Mehdi gelmeden önce devlet kurmak caiz değildir. Zekat toplamak caiz değildir. Kısas cezalarını uygulamak caiz değildir. Ancak bu asırlarca Şianın siyasetin dışında kalmasına yol açmıştır. Bu kısır döngüyü kıran Humeyni’nin dehasıdır. Evet 12. imam gelmemiştir ama 12. imam gelinceye kadar ona vekâleten biz imamlar bunu yapabiliriz demiştir. Bu teoriden sonra İran devrimi gerçekleşmiştir. Ancak Şii düşüncesindeki gelişmeler bunlarla sınırlı kalmamıştır. Irak asıllı Şii olup 12. imam diye bir imam yaşamamıştır, bu bir efsanedir diyecek kadar kendisini öz eleştiriye tabi tutan Şii düşünürler ve alimler de vardır. Bunlardan birisinin kitabı Kitabiyat yayınları arasında yayınlanmıştır. Şii Siyasal Düşüncesinin Gelişimi Yazar Ahmed el-Katip bu meseleyi incelemiş. Ahmet el-Katib Kerbela’da doğmuş, Kufe’de, Necef’de ve Kuveyt’de yaşamış bir Iraklı. Şu anda Londra’da yaşıyor. Kitabı Türkçeye çevrilmiş. Yazar kitabında 12. imamın yaşamadığını, bu konudaki rivayetleri tek tek inceleyerek ortaya koyabiliyor. Yani bu kitabı yazdıktan sonra Ahmet el-Katip ile benim aramda kıl kadar fark kalıyor. İranlı yazar Şeriati önemli bir düşünür olup mutaassıp kesimlerce İran’da gizli Sünni olarak itham edilmiştir. Bugün İran devriminin önemli mimarlarından birisi Şeriati’dir. Keza Lübnan’daki Şiilerle bir araya geldiğiniz zaman Doğu Konferansı çalışmaları sırasında sürekli bir arada olduk Muhammed Nureddin ismini duymuşsunuzdur ben iki üç yıl sonra ancak onun Şii olduğunu tesadüfen öğrendim, onun dışında gündelik hayatta bu kadar proje içinde çalıştık beraber, onun Şii olduğunu ben fark edemedim. O kadar iç içe geçmiş durumla karşı karşıyayız. Dolayısıyla bu noktada İslam Birliğinin gerçekleşmesi için Şiilik Sünnilik üzerine çıkabilecek bir bakış açısına da ihtiyaç vardır. Nasıl etnik ayrımların üstüne çıkabileceksek ki, bu bizim için çok kolaydır. Çünkü Müslüman renk körüdür renkleri görmez. Siyah, beyaz, sarı, kırmızı görmez, insan olarak görür. Müslüman için iki kategori vardır Müslüman ve Kâfir. Müslüman nezdinde bu kolaydır. Ancak mezhep açısından Müslümanların bunun üstesinden gelmesi o kadar kolay
olacağa benzemiyor. Özellikle Türkiye’de de Sünnilik konusunda katı muhafazakar genel halk kitleleri içerisinde Şiiliğe karşı çok güçlü bir tepki oluşmuş durumda. Bu özellikle Aleviliğe karşı olan tepkide de görülüyor. Dolayısıyla bu noktada Müslümanların artık yavaş yavaş birbirlerini daha çok tanımaya ihtiyaçları vardır. Mesela ben Sünni’yim ama pek çok Şii’nin yazdığı kitabı çok rahatlıkla okuyabiliyorum ve birçok fikri benimseyebiliyorum. Şiiler de birçok kitabı benimsemesi lazım. Şianın ne kadar kitabı varsa Türkçeye çevrilmiş durumda. Uzun yıllar okundu halen de okuyoruz. Ben kendi öğrencilerime Şeriati’nin bir çok kitabını zorunlu olarak okumalarını da tavsiye ediyorum. Ancak Türkiye’deki bu durumun İran’da aynı olduğunu söylemek mümkün değil. İran’daki yayın evlerine Mehmet AKİF’i, Necip Fazıl’ı çevirdiniz mi veya Türkiye’den ne çevirdiniz diye sorduğumuzda bize söylenen, Yaşar Kemal ve Aziz Nesinden bazı kitapların çevrildiği idi. Yani İran’da dahi Türkiye’den çevrilen kitaplar bunlar. Bunun da sebebi batıda kim meşhur olursa bunu biliyor İran. Türkiye kendini tanıtamamış. İslami kesimden her hangi bir kitap çevirdiniz mi? diye sorduğumda hiç bilmediğini, galiba Emine Şenlikoğlu’ndan bir kitabın çevrildiğini söyleyebildi. Aradaki bağlantının ne kadar kopuk olduğu açıktır. Şimdi bu insanlarla bizim atmamız gereken adımların ne olduğunu siz tasavvur edin. Ne Nurettin Topçu, ne Cemil Meriç, ne de Necmeddin Erbakan da dahil bildik isimlerden hiçbirinin kitabı çevrilmiş halde değil.
Dolayısıyla İslam dünyası şu anda bu birleşme çabalarını özellikle sivil ve kültürel düzeyde güçlendirmek zorundadır. Bunun için de atılması gereken bazı adımlar vardır. Kanaatime göre bir kere İslam birliği sivil düzeyde gerçekleşmesi gereken bir projedir. Sivil düzeyde gerçekleştirdikten sonra siyasi yönetimlere baskı uygulayarak, yönetimlerin bu yöne doğru kanalize edilmesi gerekir. Tersi mümkün değildir. Yani İslami yönetimler iktidara gelsin sonra bunlar İslam birliği projesini gerçekleştirsin anlayışı mümkün değildir. Çünkü bu bölgede böyle bir yönetim yapısı söz konusu değildir. Daha doğrusu, Büyük Ortadoğu Projesinden sonra bu tip yönetimlerin ayakta kalma ihtimali çok düşüktür. Çünkü mevcut yönetimlerin büyük bir kısmının Büyük Ortadoğu Projesi içinde resmen rol aldıklarını görmekteyiz. Fas, Cezayir, Tunus, Mısır, Ürdün, Lübnan, Suudi Arabistan, Türkiye ve Yemen bunlar arasındadır. Yemen’in BOP’da eş başkanlığı var ama Yemen’in özellikle Türkiye’deki kadar yönetimin bütün dediğini kabul eden bir yapıda olmadığı bilinmelidir. Özellikle Zeydilerin son yıllarda üç ayaklanma gerçekleştirdiği Yemende Zeydiler tarafından geçen sene yaz ayında dördüncü ayaklanmanın kapıda olduğu bizzat ifade edilmişti. Çünkü Zeydilerde İslami konularda ayrılığa düşüldüğünde ayaklanma kültürü vardır. Kendi yöneticilerinde İslam’a aykırı bir husus gördüklerinde Zeydilerde ayaklanma vacip olduğu için onların durumu biraz farklıdır. Yemen belki devlet başkanı olarak, biraz da ekonomik olarak Suudi Arabistan’a bağlı olduğu için böyledir. Böyle bir görüntü karşısında Lübnan işgalinde, Yemen devlet başkanı açalım sınır kapılarımızı gençler gitsin Lübnan’da savaşsın demiştir. Yemen’in durumu biraz daha incelemeye muhtaç, ama özellikle İslam ülkelerinin büyük çoğunluğu, Pakistan, Endonezya, Malezya, İran, Malezya, Somali belki Yemen gibi beş altı ülke dışında hemen hemen tamamının BOP projesi içerisinde yer aldığını düşünecek olursak, bu yönetimlerden bizleri İslam birliğini gerçekleştirme konusunda cesaretlendirecek bir adım atmalarını beklemek mümkün değildir. O halde mevcut yönetimlerden İslam birliğini gerçekleştirmeyi beklemek çok saflık olacaktır. Onun için atılması gereken adım, sivil tabanda bu fikrin yaygınlaştırılması ve sivil inisiyatifin resmi yönetimlere baskı yapmasıdır. Bunun için de ilk önce yapılması gereken İslam ülkelerinin, Müslümanların birbirlerini tanımalarına yönelik faaliyetleri artırmak olmalıdır. Özellikle Doğu Konferansı çerçevesi temaslarında gördüğüm şu : İslam ülkeleri, Müslümanlar birbirlerini tanımıyorlar. Kuran-ı Kerim her ne kadar “sizi işte tanışmanız için kabilelere uluslara böldük” dese de Müslümanlarda bir birini tanıma, arama-sorma eğilimi yok. Müslümanlar arasında sivil irtibatlar neredeyse çok düşük noktada sıfır noktasına yakın, üniversiteler arasında irtibat zayıf, mesela Türkiye’de Gaziantep’teki Gaziantep üniversitesiyle, Suriye Halep deki üniversite arasında anlaşma var, ama diğer üniversitelerin bir çoğuyla anlaşma olmadığı gibi sivil kesimde de bir anlaşma yok; ama sivil olarak Mağriple Türk ilişkileri için sempozyuma gittiğimizde Abdulmelik Es-Sa’di üniversitesinin rektörü bizim yanımızda hemen dedi tercüme enstitüsü programına Türkçeyi koyacaksınız dedi ve biz hangi talep de bulunduysak bütün taleplerimize rektör evet dedi, valisine gidiyoruz bütün projelere evet, belediye başkanına gidiyor evet yani sivil noktada özellikle Türkiye’den ortak proje talebi geldiği zaman bu konuda fevkalade hararetli fevkalade talepkar istekli bir hava olduğunu bilmek lazım bu arada yapılması gereken şu: birinci derecede önce entelektüel aydınlar arasında bir bağ kurulması lazım çünkü kamuoyu oluşturan kamuoyunu geliştiren bu insanlar, yazarı sanatçısı akademisyeni efendim romancısı vesaire İslam ülkesindeki entelektüeller aydınların yani kanaat oluşturan kesimlerin bir kere süratle bir araya gelmesi lazım. Bunun için Doğu Konferansı bir adım attı 2005 in sonunda bir faaliyet yaptı fevkalade olumlu sonuçlar alındı. Burada atılması gereken 2. adım yayın ve medya alanında işbirliği. Bu noktada da hiçbir iş biriliği söz konusu değil, özellikle yayın evleri arasında hiçbir işbirliği mevcut değil. Bir de tek taraflılıktan söz etmek gerekiyor, zira mesela Türkiye çok verimli bir toprak gibi, İslam ülkelerinden bir çok İslami eser yayınlıyor ama Türkiye’den Arapça’ya veya Farsça’ya tercüme edilip yayınlanmış neredeyse tek bir kitap bulamazsınız, özellikle Türkiye’deki İslami hareket(ler)e dair bütün yazılıp çizilenler Arap kardeşlerimiz tarafından yazılmış eserlerdir. Türkiye’deki İslami hareketi anlatan yerli tek bir Arapça kitap yoktur. Türkiye’de ümmet birliği fikrine önem veren İslami hareketlerin ilk yapması gereken süratle ileri düzeyde Arapça yazıp konuşabilecek eleman yetiştirilmesi ve bu elemanların İslam düşüncesi alanındaki veya siyasi İslam düşüncesi alanındaki gelişmeleri süratle günü gününe Arap dünyasına aktarmalarıdır.
Atılması gereken bir diğer adım ise medya alanında. Şu anda Türkiye, İslam dünyasındaki gelişmeleri büyük ölçüde batılı ajansların filtresinden geçen haber ve bilgilerden öğrenmektedir. Nitekim bunların ne kadar çarpıtıldığını Bağdat yakınlarında sivil Şiileri nasıl işgalcilerce katliama tabi tutulduğunu, sonra bunların nasıl terörist gibi gösterildiğini bunların ortaya çıktığını gördük. Bu aslında ortaya çıkan bir örnek, halbuki binlercesi bunu yaşıyor. Aynı şekilde Türkiye’ye yönelik olarak da İslam ülkelerinde bir bilgi çarpıtması ve karartması ya da kirliliği süreci yaşanıyor. Özellikle Türkiye’deki aydınlar İslam ülkelerindeki gelişmeleri fevkalade yanlış biliyor ve değerlendiriyor. Aslında Doğu Konferansı Girişimi de bu Batı filtresinden geçmiş bilgilerle şekillenmiş olan kafaları tekrar yeniden sağlıklı bir şekilde bilgilendirmek amacı ile doğrudan bilgi alışverişi de sağlamayı hedeflemiştir. Bu noktada biz haber ajansları düzeyinde veya en azından şu an için haber ajansları düzeyinde çok zor ise de bireysel ilişkiler düzeyinde bu irtibatı kurmak şarttır. Mesela şu anda İslam ülkelerinin hemen hemen hepsinde sizlere gelişmelerle ilgili doğrudan bilgi verecek olan, bağ kurduğumuz birtakım çevreler ve insanlar Irak, Suriye ve Yemen’de var. Orada bir şey olduğu zaman biz Batı’lı haber ajanslarından değil bu güvendiğimiz çevrelerden bilgi alma yoluna gidiyoruz. İnşaallah bu çalışmalar daha da güçlenerek devam edecek, ancak bire bir ilişkiler burada çok önemli . Diğer çok önemli bir nokta da şudur: Özellikle bu İslam birliğinin hayata geçebilmesi için bu sivil toplum örgütleri düzeyinde, medya düzeyinde, araştırma kurumları ve merkezleri düzeyinde işbirliği yapa bilmek için bu faaliyetleri yani İslam birliği ve vahdet ve el-Emru bi’l-Ma’ruf ve Cihad gibi, Müslümanların geleceği için son derece hayati öneme haiz olan kavramları merkeze alan bir Müslümanlık tasavvurunu yeniden inşa etmemiz gerekmektedir; yani “İslam’ın şartı beştir” Müslümanlığıyla yola devam edemeyiz, zira İslam’ın şartı beştir anlayışı da aslında üzerinde durulması gereken bir şey, çünkü böyle bir şey söz konusu değildir, çünkü ilgili hadiste böyle bir şey denmemektedir. İslam’ın şartı beş değil İslam beş esasa dayalı duruyor bunlar sorularla açabiliriz. Bunları merkeze alan ümmet birliğini merkeze alan o Müslümanlık tasavvuru sunan bunun içinde etnik mezhebi ve diğer ayrılıkçı unsurları İslam’ın dışına yani Müslümanlığın dışına iten bir Müslümanlık kavramına ihtiyaç var. Böyle olunca da hem uleması hem entelektüel aydınları hep sanatçıları hem medyaları sivil toplum örgütler kadın kuruluşları v.s gibi komple bir proje haline getirilmesi lazım. İslam dünyasının birliği projesi böyle bir proje haline getirildiğinde hatta bu sürecin içerisine Hıristiyanlar ve diğer ehli kitaba mensup gruplar alınıp konuşulmadıkça İslam dünyasında gerçek anlamda birliğin sağlanması zor gözüküyor; çünkü dediğim gibi batı sürekli İslam dünyasını parçalamak için ya mezhep faktörünü ve ya etnik faktörü veya başka faktörleri sürekli kaşıma niyetinde bunu da gizlemiyor zaten o bakımdan bu projenin artık resmi proje olmasından çıkarak, İslam konferansının filan bunu gerçekleştirmesi mümkün olmadığını gördük. Çünkü İslam konferansı ortadoğu projesinin enstrümanlarından bir tanesidir; çünkü İslam dünyası cayır cayır yanıyor beş milyon dolara uzaya uydu fırlatmakla meşgul İslam konferansı bilmiyorum siz takip ediyorsanız. insanların dindarlık anlayışları da bunları ayrıca konuşa biliriz çok kötü bir seçim ve tamamı dediğim gibi büyük ortadoğu projesine eklemek üzere bir ensturman olarak şu anda işlev görüyor onun için ne devletlerden ne hükümetlerden nede resmi kurum bunlar Türkiye de diyanetler İran da resmi kurumlardan Bu konuda bir kurtuluş beklemek sizin ama onları da tabi iki gerektiğinde devreye sokmak için hiçbir zaman diyaloğu kesmeyeceğiz; ama bütün çabayı sivil alana teksif edip daha sonra bu sivil anadaki gelişmeler baskısıyla yönetimleri birliğe zorlayacak bir sürecin başlatılması gerekir benim son iki üç yıldır İslam dünyasındaki tecrübelerimden edindiğim şey bu bunun için uygun zaman atmosfer var mı fazlasıyla var yani şu an da İslam dünyası daha doğrusu Müslüman halklar hiçbir zaman Müslümanlar şu an da olduğu kadar birleşmeye hazır olmadı hiçbir zaman dediğim gibi mezhep farklılığına etken faktörlere rağmen Müslümanlar aynı ortak payda da Müslüman üst kimliğinde birleşip bu noktadan hareketle İslam birliğini kurmak konusunda çaba sarf edecek kadar şu anda elverişli bunun daha detaylı örneklerini sorular esnasında sizlere sora bilirim Mısır daki gelişmeleri Lübnan da ki gelişmeleri burada farklı mezhep ve etnik gruplarla olan irtibatları ve bunlardan alınan sonuçları bunları sizlere daha detaylarıyla sunabilirim bu noktada son sözüm; İslam birliğini ümmetin kendisi inşa edecektir, ümmetin yöneticileri değil bu cümleyle sohbetimi tamamlamaya çalıştım bir takım açıklanmaya muhtaç olan konular mutlaka var bunları da arzu edildiği zaman sorularınızla cevaplayarak tamamlamaya çalışırım inşallah teşekkür ederim.
Prof. Dr. Arif ERSOY : Hocamıza bu kapsamlı değiminden dolayı teşekkür ederiz bu gösteriyor ki Hayri hocayla birlikteliğimiz konusunda bir iki konferansla yetinmemeliyiz ama bir de düşünce toplantılarında değerlendirmeliyiz hatta gerekirse – köşeye sıkıştırma tabiri pek yerinde olmayabilir – bütün bilgilerini almaya çalışmalıyız birinci husus kapsamlı bilgi veriyor, ikinci husus bizim haritalardaki taşları oynattı bir ara, söküp atmadı ama baya taşları oynattı dolayısı ile üçüncüsü çok hızlı hareket etti ses hızıyla hareket etti İslam dünyasını defalarca dolaştı onun için takip de zorlandık ve İslam birliğinin sivil platformda gündeme gelip alt yapılanmasının gerektiği fikri oldukça önemli bir fikir yani şimdiye kadar bizim bakış açımız farklıydı bir diğeri de burada tabi önemli bir konuda şu Amerika birleşik devletlerinin ve Avrupa birliği ümmetçilik mantığıyla hareket etmektedir. Müslümanların eskiden bu konuda başarılı oldukları halde henüz o noktaya gelemedik alt yapısının oluşmadığını söyledi ben bu konudaki görüşlerine katılıyorum, yani Avrupa birliği, bir fikir etrafın da bir ideal etrafında oluşmuş bir birliktir bir nevi ümmetçi bir birlik olarak değerlendirmesi de oldukça ilginç bir konudur şimdi ben zamanımız kısıtlı vakit de daralıyor bunun için biz sizin beş altı tane soruya aktaracağınıza inanıyorum böyle bir konferans da soru sayısı çok fazladır; ama biz bunu kısalttık evet işte kısa kısa bildiğimiz kadarıyla bir de fazla öğretirsek bizi çağırmazlar dinlemezler diyorlar bize söz vermiyorlar diye evet sorusu olan evet buyurun beyefendi

Katılımcı:
Sivil hareketler Türkiye de de biz bunların çok büyük örneklerini yaşıyoruz, marjinal takozlar diye bir kavram kullanmıştık geçmiş dönemde hangi anlamda marjinal takozlar genelde yönetimlerin önündeki en büyük engel hem sivil hareketlerin önündeki en büyük engel marjinal takozlar yani sayıca düşük ama etkinlik bakımından büyük meselaTürkiye’de TÜSİAD hani 700-800 üyesi buluna bir kurum fakat ekonomik gücünden kaynaklanan bir şeyi var. Despotluğu söz konusu yönetimlere etki edebiliyor işte mesela cumhurbaşkanlığını, genelkurmayı etkiliyebiliyor marjinal takozların önüne geçebilmek için yada halkın etkinliğini daha fazla artıra bilmek için ne yapmak gerekiyor çünkü bu bahsettiğiniz birleşmenin önündeki en büyük engel olarak ben şahsım adına bunu görüyorum.

Katılımcı:
Hocam teşekkür ediyorum, İslam dünyası üzerinde İslam birliğinin sivil yönetimler de yapılması noktasında zaten toplumun şu an göz attığımız zaman çoğu İslam birliğiyle ilgili kaygısı yok olanlarda belli kesim sınırlı bir kesim bunu da zaten tabana yazması mümkün değil zaten kendisi tabana kendisini anlatamıyor, bu noktada ne yapılabilir noktasında bir de sizin devam ettiğiniz üzere şu anda Avrupa sözü batıda Amerika da tekrar İslam dünyasının geliştirilmesi ve onun yürürlüğe konulması noktasında eğer toplumsal inisiyatif bu sivil noktada geliştirilirse zaten bellki şu an Türkiye deki en mevcut ideolojik yapı hem de dışarıda yapılan baskılar acaba Türkiye’de o İslam birliğini doğru anlamaya, İslam birliğinin ne derece gelişmesinde topluma etki etmesinin sağlanıyor noktasında düşüncelerinizi öğrenmek istiyorum

Katılımcı:
Hocamıza teşekkür ediyoruz hocamız sivil toplum kuruluşu olarak dedi ben şahsen yani şu an da dünyadaki kurulu düzende bu kuruluşlar bu birliktelikler sadece sivil toplum kuruluşları olarak hareket ederek yürümedi NATO sundan tutun birleşmiş milletlerinden tutun Avrupa birliğinden tutun senatosundan tutun hepsi yani devletler arasında hareket ederek başladı. D-8 kısa bir zamanda gene hükümetler arasında kuruldu iki taraftan da yürünürse daha etkili olmaz mı diye soruyorum.

Katılımcı
Şimdi İslam ülkesi kavramını çok gördük ;ama konuşmalarınızdan etkilendik bilgilendik sağ olun, İslam ülkesi ve İslam devleti üzerine olması gerekenleri başlıklar halinde sunabilir misiniz?

Prof. Dr. Hayri KIRBAŞOĞLU

Birincisi bu sivil toplum örgütleriyle ilgili olarak biz sürekli edilgen durumdayız İslam dünyasının kendisinin proje geliştirmesi lazım . Bu sivillik kavramı batıdan bize gelen bir kavram. Ancak sivillik ve sivil toplum derken, şunu demek istiyorum: Mesela 1,000,000,000 fazla İslam dünyasını yönetenleri, karar vericileri sayısal olarak orana vuralım %1’i bile bulmaz ; cumhurbaşkanı bakan, başbakan, sivil-askeri üst düzey bürokratları toplasanız, %1’lik bir azınlıkla karşılaşırsınız. Bu azınlık azınlık olmasına rağmen ezici çoğunluk olan %99’un geleceğine hükmediyor. Ben diyorum ki bu %99 bilinçlenirse bu %1 in ne yapması gerektiğini onlara söyleyebilir. Açıkçası bir sürü haline gelmişiz şu anda artk. Mesela basit bir şey bu sivillik, yapılması gereken ise hakkın hukukunu iyi bilmek . Şimdi ben özellikle bu toplumsal faaliyetlerde bulunanların bu konularda çok iyi donanmış olması gerektiğini söylemek istiyorum; yani hakkını hukukunu bilecek, hayır demesini bilecek, haklarını sonuna kadar kullanacak. Ne yazık ki biz Türkiye’deki Müslümanlar yeterince tepki veremiyoruz. İslam dünyası da öyle. Bu da biraz önce bahsettiğim gibi Müslümanlığımızı gözden geçirmemize gerek var dediğimde kastettiğim şu: bizim Müslümanlığımız itaat ve biat Müslümanlığı . Halbuki mesela Yemen’de Zeydi’ler vardır, tarihte Mutezile vardır, mesela İmam-ı Azam diyoruz, İmam Zeyd diyoruz, bu şahsiyetlerin hepsi yönetim muhalifidir. Bakın bizde bir yönetim veya yönetici yanlış yaptığında sivil itaatsizlik yapacak kadar, Gandi kadar dahi direnme kültürü yok. Öyle olduğu için Türkiyede çok az sayıdaki yönetici elitler, onların uzantısı sözüm ona sivil toplum örgütleri geniş kitleler üzerine rahatlıkla baskı kurabiliyor. Burada anahtar kavram “kitleler”dir, bu kitleler bilinçlendirilmelidir. Kulaktan duyma bilgilerle yetişen Müslümanların bu hedeflere ulaşması mümkün değil. O halde Kur’an’dan hareketle Hz Peygamberin hayatında sergilediği mücadeleyi de örnek alarak 20. yüzyıl şartlarında bunun yeniden inşa edilmesi lazım . Bunun ilk temellerini Cemalettin el-Afgani attı. Afgani, Abduh, Reşit Rıza mesela onların devamıdır. Türkiyede Mehmet Akif, İranda Şeriati, Pakistanda Muhammed İkbal bunlar hep aynı çizginin mensubudurlar, bunlar İslam birliğinin taraftarlarıdır aynı zamanda. 21. yüzyılda da klasik o atadan devraldığımız Müslümanlıkla yola devam edemeyeceğimizi ve yeniden Müslümanlığımızı gözden geçirip bu konuları yani küresel ve bölgesel hedefleri merkeze alan ve Müslümanlığımızı sosyal alana taşıyacak bunu ön plana çıkaracak olan, kısacası namaz abdest Müslümanlığı değil farklı bir Müslümanlık bilinci ve şuuru aşılamamız lazım. Bunun resmi okullarda verilmesi mümkün değil, onun için resmi Türkiye cumhuriyeti okullarında böyle bir şey verilebilir mi? Mısırda verilebilir mi ? Hayır, çünkü İslam güçlendiği taktirde kendi saltanatlarını da sarsabileceğini düşündükleri için İslam ülkelerinde tercih edilen, sulandırılmış, ılımlı bir İslamdır. Türkiyede Diyanetin anlattığı İslam da ılımlı İslamdır. Suudi Arabistan’daki İslam da ılımlı İslamdır. Onun için biz önce kendi içimizdeki kendi yöneticilerimizle hesaplaşabilecek bir duruma gelecek, sonra dış güçlerle mücadele edeceğiz. Çünkü dış güçlerle mücadele ederken senin içerideki kendi yönetimin de seni içeriden vurabilir. Dolayısıyla böyle bir bilincin yani siyaset bilincinin, daha doğrusu şöyle diyeyim bu gün merkezinde siyasetin yer aldığı bir amel-i salih kavramının -particilik anlamında değil yer yüzünde olan bitenlere karşı Müslüman’ca tavır koymak anlamında – siyasetin merkeze yerleştirildiği bir Müslümanlık anlayışına ihtiyacımız var; namaz, abdest, orucun merkeze alındığı, sevabın, bireysel olarak ben şu kadar sevap kazanayım, hesap makinesi gibi onun hesabını yapayım diyen bir anlayışın değil. Müslümanlık sadece bu değil, en az bunlar kadar, başkasını kurtarmak, insanlığa bir şeyler verebilmek, geleceğimizi çocuklarımızı teminat altına alabilmek, bu yönde çaba sarf etmeyi en az namaz gibi hac gibi zekat gibi aynı düzeyde hatta bundan daha önemli bir Müslümanlık daha önemli, çünkü hepimiz 5 vakit namaz kılsak dahi İslam dünyası, Cihat görevini ve diğerlerini yapmadıkça kurtulmaz, hepimiz yere kadar sakal bırakalım, hepimiz cellabiye, çarşaf giyelim, peygamberin tıpa tıp kopyası olalım, yine de İslam dünyası kurtulmaz; bu dediğim hedeflere gözünü dikmedikçe. Onun için bireyselliği aşan bir Müslümanlığa ihtiyacımız var. Bunun için de tepki veren organize olan -mesela sol da öyledir ufaktır ama çok etkilidir, mesela Tüsiad böyledir – böyle etkili olabilecek oluşumlara artık yavaş yavaş gidilmesi lazım.

Katılımcı:
bu noktada hocam Müslümanlar Türkiye de kanaat önderi sıkıntımsı mı çekiyor?

Prof. Dr. Hayri KIRBAŞOĞLU
Evet kesinlikle kanaat önderi diye birşey kalmadı. Var mı Türkiyede İslami duruşu haysiyeti ve ciddiyeti temsil eden güçlü şahsiyetler? Mesela niye Nasrallah? ben Yemendeyken dikkatimi çekti, insanlar matbaalarda binlerce Nasrallah fotografı bastırmış sokaklarda habire dağıtıyor. Zaten Suriyeden girer girmez Nasrallah posteri orta doğunun her yerinde binlerce niye? çünkü ezilmiş Müslüman bir defa şahlanan bir lider gördüğü anda ona sahip çıkıyor. Hem de Sünnisi de Şiisi de hepsi toptan sahip çıkıyor ki, zaten böyle de yapmalıyız yani Şiilik Sünnilik bunlar önemli şeyler değil, aramızdaki farklar o kadar da fazla değil, – bunları da ileride inşaallah başka konferanslarda ele alırız- mezhep-meşrep farklarını fazla önemsemeden birisi “Müslümanım” dedi mi benim için iş bitecek, bu benim kardeşimdir, bırak o kendi namazını farklı kılsın ne olacak. Biz Isfahanda Cuma namazı kıldık, hem de protokol de ve ben Şiiler gibi kıldım . Önce tereddüt ettim nasıl kılayım diye, sonradan dedim ki düzeni bozmayayım, onlar nasıl kılıyorsa aynı onlar gibi kıldım. Keza Tunus’a gittim, onlar da Malikî, bu defa orada da aynı onlar gibi kıldım. Yemen’e Zeydiler’le tanışmaya, görüşmeye gittik, orada da aynı onlar gibi kıldık. Hatta bizzat Zeydilerin yazdığı ve Zeydiliği anlatan bir kitap var,- kitabı çevirecek varsa vereyim çevirelim- bir Sünni olarak yüzde 99 una rahatlıkla imza atarsınız. Çünkü İslam konusunda bizim ortak paydalarımız o kadar fazla ki ! Halbuki buna rağmen sürekli olarak bize ihtilaf noktaları gösterilmiş, şimdi bizim bu oyunları da bozmamız lazım. Onun için böyle bir bilince ulaşırsak, Tüsiad nasıl etkin olabilyorsa veya İslam dünyasında batının manipule ettiği turuncu NGO ‘ lar veya Büyük Orta Doğu projesinin enstrümanı olan küçük ama organize gruplar nasıl etkili olabiliyorsa, Esam da böyle etkili bir kuruluş olabilir veya başka kuruluşlarda olabilir. Ama İslam dünyası bilgiye yatırım yapmanın önemini henüz kavrayamadı . Açık söyleyelim, bir partiye siyaset için yatırım yapmak ne kadar önemliyse, en az onun kadar hatta ondan da daha önemlidir bu gibi kuruluşlara yatırım yapmak. Dolayısıyla Esam’ı güçlendirmek bana göre bu açıdan önemli, ama Esam’ın büyük imkanlara sahip bir kuruluş olduğunu söylemek mümkün değil, zira Tüsiad’ın arkasında patronlar kulübü var. Soros parası olduğu da söyleniyor, Esam’ın arkasında da temiz ve ihlaslı bir finans desteği olması lazım. Kısacası bilginin önemli olduğunu, medyanın da önemli olduğunu, bunları görmek lazım. Bu noktada ayrıca geniş çaplı tartışmalar da yapmamız lazım. İkincisi İslami kesimlerin durumu da çok problemli. Şu anda İslam dünyasında en önemli problem, her cemaat kendisini kurtarma peşinde kendi cemaati’nin çıkarını İslam ümmetinin çıkarlarının üstünde tutuyor. Türkiye deki cemaat ve gruplar da öyle. Mısırda da öyle, Fas’da da öyle . Bu da çok tehlikeli bir şey. İslam’ın ve İslam dünyasının ve ümmetin geleceği her şeyin üstünde tutulacakken bu gibi yanlış tutumlar da önemli bir problemdir. Hakikaten Mısır’a gidiyorsunuz, işte İhvan mesela, hazır Amerika bastırıyorken, şu büyük orta doğu projesi varken, ben de şundan yararlanayım, onun rüzgarından yararlanalım, diye düşünenler bile var içlerinde, biz onlara “sakın ha!” dedik, “Amerika’ya elinizi verirseniz kolunuzu da kaptırırsınız, sakın böyle bir şeye tevessül etmeyin” diye uyardık bu arkadaşları. Aynı şekilde diğer İslam Ülkerlerinde de mesela Yemen’de ve bir çok İslam ülkesinde selefilerle diğer mezhep ve meşrepler arasında ciddi sıkıntılar var. Şimdi bunların oturulup ele alınması, bu amaçla mesela Müslümanların bütün gruplarının temsilcilerinin yer aldığı, problem çözme mekanizmalarının da geliştirilmesi gerekir. Normalde bu İslam konferansının görevidir diyeceksiniz. Keza Milli görüş hareketi içinde de bazı çalışmalar yapılıyor diyebilirsiniz. Fakat yine de bunlar yeterince kuşatıcı değil, zira bunların daha geniş kapsamlı bir hale getirilerek yapılması lazım. Ama dediğim gibi önemli problemlerden birisi ben merkezcilik. Bazı konularda şöyle yapalım dediğiniz zaman bazı gruplar gelmiyor. Burada ben merkezli değil biz merkezli bir bakış açısına ihityaç var. Mesela, Kahire deki şu iki gün önceki toplantıda İhvan da var, sol gruplar da, hepsi var, bütün muhalif gruplar, sendikalar, işçi sendikaları hepsi var ve bence çok iyi bir hareket. Önemli olan önce tepedeki despotlara karşı bir cephe oluşturup onların diktalarına son verip, meseleyi halletmek. Bundan sonra diğer adımları atarsınız. Şimdi bu noktada İslam cemaatlerinin durumu hiç iyi değil. Bu problemin de temelinde bir başka problem var, o da şu arkadaşlar: Cemaat yapıları, Tarikat yapıları, Grup yapıları tek adam yönetimine dayanıyor, yani orada da bir tür despotizm vardır. Mümkün mü CHP’de Baykal’ın iradesi dışında bir şey çıkması veya Tayyip Erdoğan neden ayrıldı? Erbakan Hocayı despotlukla suçlayarak. Ama daha sonra kendi de oldu bir despot . Ama her siyasi parti böyle, tek adam yönetimi her yerde var. İşte bunları kırarak, daha gevşek yapılara yönelmeye ihtiyacımız var; yani ben merkezci değil biz merkezci olmak lazım. Mesela Milli görüş hareketinin de içinde yer aldığı bir takım ortak girişimler olabilir, bunun içine İhvan da girsin, Pakistandaki bir takım hareketler de buna dahil olsun; ama dediğim gibi artık İslam ümmetini temsilen, İslam konferansının sivil ayağı olabilecek mesela bir çatı kuruluşuna ihtiyaç var. Bu kuruluş bütün grupları, hatta Hıristiyanları ve diğer Müslüman olmayan grupları da içine alan ve İslam dünyasının kanaat önderliği ihityacını karşılayacak bir şeye ihtiyaç var. Bu noktada İslami grupların ciddi bir başka problemi daha var, bu da Müslümanlık tasavvurumuzla ilgili. Artık biz cemaat liderini de tarikat liderini de mürşitleri de gerektiğinde eleştirebilmeliyiz, yani onlar bize Büyük Orta Doğu projesini destekleyin derse – nitekim Türkiyede bazı gruplar bunu diyor – sürü gibi gidip BOP’u desteklersek, bu sağlıklı bir Müslümanlık değil. İşte onun için diyorum ki, yeniden, eleştirel zihniyeti ve muhalefeti merkeze alan bir Müslümanlık tasavvuruna ihtiyaç var. Kur’an’a sünnete aykırı, İslami çıkarlara aykırı olarak bir kimsenin şeyhi, üstadı, parti lideri de söylese ona hayır diyebilecek bir anlayışa ihtiyaç var. Bu yapılmadığı taktirde İslami gruplar, cemaatler, hareketler, Ümmet birliğinin önündeki en büyük engellerden biri olacaktır. Özellikle büyük orta doğu projesine su taşıyan sözüm ona İslami bir takım gruplar, Mısırda, diğer İslam ülkelerinde veya Türkiyede de olabilir. Resmi- sivil iki yönlü bir işbirliği mümkün olmaz mı denilebilir, doğru ama işte ben size örnek verdim: İran’a veya Nasrallah’a karşı hemen Suudi Arabistan, Mısır ve Ürdün resmi politik ve dini sözcüleri, ağza alınmayacak hakaretler yaptı bu insanlara, bunlarla siz nereye gideceksiniz? Şu Körfez ülkelerinin yaptığı sefahat nedir? insanlar orada katliama tabi tutulmaya devam edip, insanlar her gün öldürürken, mesela bu kralların ve despotların vazgeçmeden, günlerini gün etmelerini göz önüne alacak olursanız- bunların neresi Müslümanlık, onu da sormak lazım – bunlarla nereye gide bilirsiniz? Çünkü İslam ülkelerindeki krallar ve despotlar biz Müslümanız diyorlar ama firavun gibi yaşıyorlar. Ümmet Bunlarla hesaplaşmak zorunda. Türkiyede de kimle, nereye gideceksiniz? Büyük orta doğu projesi iflas etmiş, ama hala başbakan ben onun eş başkanıyım diyor. Şimdi bu insanlarla bu yönetimlerle nereye gideceksiniz? ama ben tekrar söylüyorum, resmi kurum ve kuruluşlarla da diyaloğu sürdürelim; fakat yönetimlerden ve resmi kesimlerden fazla bir şey beklemeyelim. Çünkü yönetimler sadece ve sadece koltuklarını veya tahtlarını garanti altına almaktan başka bir şey düşünmezler. Bunun örneklerini biz pek çok ülkede gördük . Son olarak İslam devleti konusu da, dediğim gibi, gündemimizde ilk sıralarında yer alacak bir konumda değil, bilakis gündemin ilk maddesi ümmetin geleceği olmalı ve ümmetin birliği ön planda yer almalı. Nitekim mesela Suriyedeki Müslümanlar doğru dürüst özgür biçimde konuşamıyor bile, öte yandan daha adam karnını doyuramıyor, yani biraz gerçekçi olmakta lazım, adım adım gitmek lazım. Sonra tek bir İslam devleti zaten pratikte pek mümkün değil. Eğer böyle bir şey düşünülüyor ise, bir tek halife olsun bütün hepsini yönetsin gibi düşünülüyor ise, mevcut şartlarda bu çok zor. Ama önemli olan – mesela Avrupa birliği bir modeldir, Amerika bir modeldir eyalet sisteminde – Ümmet bir model geliştirilmesi için. Müslümanları bir arada tutmak için mutlaka modeli de batıdan mı almalıyız? Hilafet modeli orta çağda Müslümanların geliştirdiği bir model. Bugün bunu hayata aktarmak pratik bakımından, siyaset bilimi bakımından, yönetim bilimi bakımından mümkünse ne ala;ama mümkün olup olmadığını bizim test etmemiz lazım. Ayrıca başka modeller de mümkün mü değil mi, bu noktada da kafa yormak lazım. Hasılı şu anda bütün İslam dünyasının harıl harıl, kolaylıkla organize edilebilecek alanlarda neler yapılabileceğini önce tartışması lazım. Mesela yayıncılık konusunda . Şu sıralarda bir yayıncılar birliği faaliyeti var Doğu Konferansı önderliğinde, bu hayata geçiriliyor ve Mısır’dan yayın evleri geliyor biz Türkiye de şube açmak istiyoruz diyorlar. Şu ana kadar İslam dünyasındaki, Arap dünyasındaki yayın evlerinden hiç bir tane şube açan var mı Türkiyede? Yok!Peki Türkiye deki yayın evlerinden herhangi birisinin, Kahire’de, Beyrut’ta şube açanı var mı? O da yok. Dolayısı ile biz artık bu noktalara yavaş yavaş ilerleyerek birbirimizi tanıma noktasına gelmemiz lazım. Bu bir bahs-i dîğer. Maalesef birbirimizi tanıdığımızı söyleyemeyiz, Müslümanlar birbirlerini tanımıyorlar. Kişi bilmediğinin düşmanıdır. Müslümanlar arasındaki nefret tohumları ve karşılıklı muhabbetin olmayışı sevgisizlikte aslında bundan kaynaklanıyor. Ama benim gibi siz de Sudan’a, Yemen’e, Mısır’a , Lübnan’a ,Pakistan’a, oraya buraya giderseniz, oradaki Müslümanları yakinen tanırsanız ,”aaa !!” diyeceksiniz“ bunların benden hiç farkı yok”. Şii ile dahi oturup kalktıkça “Allah Allah ! bu adam Şii ama aynı benim gibi” diyeceksiniz . Bunu biz İran’a gittiğimizde gördük. Doğu Konferansı olarak hala İranla temasımız var, hala Suriye ile temasımız var ve ilişkilerimiz ve inanılmaz şekilde müspet. Onu da söyleyeyim bu vesileyle, daha önce söyleyemedim: Son olarak İslam dünyasında Türkiyeye olan bakışının inanılmaz olumlu ve romantizm düzeyinde olduğunu, yani Türkiyedeki olumsuzlukları görmeyecek kadar romantizim olduğunu bilmenizi isterim. Zira bu insanlar Türkiye diyorlar başka bir şey demiyorlar, her alanda her türlü iş birliğine hazırlar ve bunu sağlayan en öneli faktörlerden birinin Türkiye’nin özellikle 1 Mart tezkeresindeki tutumu olduğunu, bunun son derece önemli olduğunu bilin. Yani Türkiye’nin İslam dünyasındaki önemini artıran nedenlerden birisi budur. Çünkü Kore’ye kadar bunun yansıması gitmiştir “nasıl siz ABD gibi bir süper güce hayır dediniz” diyorlar. Bu aynı zamanda ezilen üçüncü dünya ülkeleri için de bir güç kaynağı olmuştur. Bu noktada mutlaka hılfu’l-fudûl mantığıyla hareket ederek, Latin Amerika ülkeleri, Hindistan veya başka ülkelerden, küresel kapitalistlere karşı direnen başka ülke varsa bunlarla da iş birliği yapmayı projemizin ayrı bir bölümü olarak gündemimize almamız gerekir.

Prof. Dr. Arif ERSOY
Muhterem hocamıza teşekkür ediyoruz çok kapsamlı bilgiler verdi ve tahminlerimizin ötesinde yani ne diyim radikal mi diyim ne diyeyim dere tepe düz gitti taşları daha da sarstı bu son cevapta bu hayra alamettir. Bir ülkenin proje olarak bizim gördüğümüz gibi bakmama duvarın arkasını da görmek hoca arkasını gören birisi olduğu için böyle ateşli konuştu tebrik ediyoruz. Çalışmalarının devamını diliyoruz bu konuda da hocayla tartışma seansları oluşturmamız gerektiği kanaatindeyim belli konularda uzmanları çağırıp etraflıca tartışmamız gerekir. Hocalar bakmayın böyle milletin huzurunda sakin durduğuna bunlar bir kavgaya başladılar mı yer yerinden oynar evet teşekkür ediyoruz efendim sağ olun size de teşekkür ediyorum saygılar sunuyorum.

  1. Sultan  Abdülhamit Han  her ne kadar  bu konuda  bir takım ulemayı ve düşünce adamlarını da yanına almaya  çalışmışsa da  temelinde  onunki siyasi bir harekettir
  2. Bunun içerisine Hindistan, Pakistan bölgesindeki hilafet hareketlerini katabiliriz- Hizbu’t-Tahrir ve benzeri kuruluşların bir ideoloji haline getirmeye çalıştığı hilafet hareketleri de buna katılabilir.
  3. İslam konferansı Birleşmiş Milletler modelinin İslam dünyası için geliştirilmiş bir örneğidir.