BEGIN TYPING YOUR SEARCH ABOVE AND PRESS RETURN TO SEARCH. PRESS ESC TO CANCEL

KUR’AN VE TOPLUMSAL – KÜRESEL ADALET

Kur’an’ın temel gayreti – sosyoekonomik adaleti ve
temel insan hakları eşitliğini vurgulaması – daha
henüz ilk nazil olan ayetlerinde bile gayet açık bir
şekilde görülmektedir. Fazlurrahman

Herhangi bir şehirde bir Müslüman açlıktan ölürse,
onu adeta o şehir veya devletin katlettiği kabul edilir
o şehir veya devlette yaşayan herkese, ölenin diyeti
ödettirilir.
İbn Hazm (ö.456/1063)

Adalet kavramı hemen her toplumda ve kültürde, inanarak ya da inanmayarak hemen herkesin gerekliliği ve önemi üzerinde hemfikir olduğu veya öyle göründüğü, evrensel bir kavramdır. Bu kavram tarihte bazen bir realiteye dönüşmüş, bazen de peşinde koşulan bir serap olarak kalmıştır. Nitekim tarihte, zalimleri titretmek için adının dahi anılmasının yeterli olduğu söylenen bir “Âdil Enuşirevan” , keza adaletiyle dillere destan olmuş bir “Âdil halife Ömer” gibi adalet timsali şahsiyetler ve bu şahsiyetlerin damgasını vurduğu âdil yönetimler var olduğu gibi, tam zıddına zulmün ve adaletsizliğin adeta sembolü haline gelmiş tiranlar, despotlar, zalimler ve bu gibilerin damgasını vurduğu yönetimler de var olmuştur.
Çağımızın bu tabloda nerede yer aldığı sorusuna verilecek cevap tartışılabilir olsa da, şu anda yeryüzünün çeşitli bölgelerinde, son derece can yakıcı zulümlerin ve adaletsizliklerin süregeldiği tartışılmaz bir gerçektir. Bu bakımdan bir “Küresel Adalet” döneminde yaşadığımızı ileri sürmek o kadar kolay ve mümkün değildir. Dahası, özellikle aleni ve pervasız işgallerin hala yaşandığı, öte yandan açık ve gizli sömürgecilik uygulamalarının bütün hızıyla sürdürüldüğü günümüzde bu iddianın bir aldatmacadan öteye geçemeyeceğini özellikle vurgulamak gerekir.

Küresel ölçekte durum bu merkezde olduğu gibi, bölgesel ve ulusal ölçeklerde de durum çok farklı değildir. Çok kaba bir biçimde de olsa, yeryüzünü kuzey-güney, medeniyetleri doğu-batı ekonomileri gelişmiş-gelişmemiş, toplumları ileri-geri şeklinde çeşitli taksimata tabi tutacak olursak, kuzey-güney yarım küreleri, doğu-batı medeniyetleri, gelişmiş –gelişmemiş ekonomiler ve ileri-geri toplumlar arasında da siyasi, ekonomik ve sosyal alandaki adaletsizliklerin varlığı bilinmeyen bir şey değildir.

Ezan, namaz, oruç ve hac gölgesinde sosyo-ekonomik adaletsizliklerin hüküm sürdüğü bir dünya, bu dünyayı tanımak ve hastalıkları teşhis etmek için Nurettin Topçu’nun aşağıda iktibas ettiğimiz sözlerinde yer alan tespitler yeter de artar niteliktedir:
“Asırlardır milyonlarca Müslüman’ın ,yurtlarında aç ve sahipsiz inleyen mümin kardeşlerini çiğneye çiğneye ziyarete koştukları Ka’be’den dönüşte, onlar hakkında olsun biraz merhamet, hatta insanlar hakkında olsa da bir parça aşk ve muhabbet getirdikleri görülmüş müdür? Bu nasıl ibadettir, nasıl ibadettir ki müminleri Allah evinde birleştirdiği halde aralarında birlik ve kardeşlik doğurmuyor? Hala İslam âlemi hep birbirine düşmandır ve Ka’be’nin bekçileri de Müslüman kardeşlerini soymakla görevlidirler. Siz Allah’a iftira ediyorsunuz. Allah böyle bir ibadeti emretmemiştir. Haccın manası, ruhsuz bedenlerin sırf mekan değiştirme şeklinde muayyen bir beldeye gitmiş olmaları değildir. Haccın, İslam Kongresi olan gerçek ahlaki ve içtimai gayesinin yanında büyük mistik değerini gerçekleştirecek olanlar, dini aşk ile kalbin ebedîliğe götüren yolu olduğunu bilen ve yaşayan gönüllerdir; bedenlerini putlar gibi şekiller ve kütleler halinde kımıldatmakla Allaha yakınlaştıklarını vehmeden ölü ruhlar değil.”

Kısacası, ulusal, bölgesel ve küresel ölçekte pek çok adaletsizliklerin kol gezdiği dünyamızda, özellikle de adaletin hüküm sürdüğü, adalet bayrağının sürekli dalgalandığı bir “adalet diyarı” olması gereken İslam dünyasında, her şeyin adalet ilkesi doğrultusunda ve adaletin egemenliği esası üzerinde yürümekte olduğunu söylemek, gerçekleri görmezlikten gelmek demektir. Böyle bir dünyanın “İslam Dünyası” nitelemesini ne ölçüde hak ettiği ise ayrıca sorulması gereken bir sorudur. Zira gürül gürül ezanlar okunsa, camiler beş vakit ve Cuma-bayram namazlarında dolup taşsa, Ramazanlarda ortalık oruç tutanlardan geçilmese, insanlar akın akın hacca gitse dahi, sosyo-ekonomik adalet toplumun bütün kesim ve katmanlarında egemen olmadıkça, okunan ezanlar, kılınan namazlar, tutulan oruçlar ve yapılan haclar Müslümanları bu hedef uğrunda mücadeleye sevk etmedikçe, ortadaki dinin, Allah’ın dini olan İslam’dan ziyade, Ali Şeriati’nin “karşı Din” dediği bir olgudan başka bir şey olmayacağından zerre kadar şüphemiz olmasın. Zira başta namaz olmak üzere ibadetler Müslümanlara emredilmişse, bu dış dünyada ortalığı kaplamış olan zulümlere sırtlarını dönerek, camilerde kafalarını deve kuşu gibi kuma gömmeleri için değil, tam aksine camiden çıkar çıkmaz, her türlü zulüm, adaletsizlik, ahlaksızlık ve kötülüklerle mücadeleye girişmesini ilham etmesi içindir. Nitekim bilhassa Cuma hutbelerinde sık sık okunan,“Namaz insanı ahlaksızlıklardan ve kötülüklerden alıkor” mealindeki ayetin (29,el-Ankebût,45) neredeyse anlamını tamamen yitirdiği acı bir hakikattir. Zira, toplumsal adaletsizliklerden daha büyük ve vahim bir ahlaksızlık ve kötülük olamayacağına göre, kılınan bunca namazlara rağmen toplumsal zulümlerin İslam dünyasında kol gezmesi, kılınan namazların bu işlevini yerine getir(e)mediğini yeterince gözler önüne sermektedir. Keza yine her Cuma hutbesinde okunması adet haline gelmiş olan ve bu sebeple imam-hatiplerimizin dillerine pelesenk ettikleri “Allah adaleti, iyiliği, akrabalara bakıp onlara maddi yardımda bulunmayı emreder; Hayasızlığı, çirkin işleri, zulüm ve tecavüzü yasaklar; Unutmayıp [daima] aklınızda tutasınız diye de size öğüt verir.”(16, en-Nahl, 90) ayetinin toplumsal alana, siyasi düzenlere ve ekonomik sistemlere bu kadar az yansıdığı bir İslam Dünyasının, gerçekten de Aliya İzzetbegoviç’in “Müslümanların yeniden Müslümanlaştırılması” projesini haklı çıkaracak kadar acınacak bir durumda olduğunda kuşku yoktur.

Ancak bu acı gerçekleri görmek, bu elem verici tespitleri yapmak, aynı zamanda bu gerçekliği değiştirmek için eyleme geçmek üzere insanı harekete geçirmedikçe, hepimizin omuzlarına yüklenmiş ciddi bir ahlaki sorumluluğa dönüşecektir. Bu ahlaki sorumluluk bütün insanlık için geçerli olmakla beraber, “bütün insanlık için çıkarılmış en hayırlı ümmet” (3, Âlu ‘Imran, 110) olmakla mükellef olan İslam dünyası için “adalet davası” aynı zamanda bir iman ve İslam davası, ahirette hesabı verilecek olan bir kulluk ve imtihan meselesi demektir. Bu bakış açısından yola çıkıldığında, çağımızın en yakıcı meselesi olan adalet, özellikle de toplumsal adalet meselesinde Kur’an’a kulak vermek, her müslümanın yerine getirmekle mükellef olduğu “yeryüzünde adaleti ikame etmek” görevinin ilk adımı olsa gerektir. Ancak Kur’an’a kulak vermekten kastımız tabii ki, bir hoca efendinin vaazını dinlerken ona kulak vermek gibi bir şey değildir. Zira Kur’an iki kapağı arasında kapalı kaldığı sürece onun bizlerle konuşması mümkün değildir. Elbette kapağını açıp sevap kastıyla tilavet etmek suretiyle de onunla konuşmuş veya onun bizle konuşmasını sağlamış olamayız. Hatta biraz daha bilinçli davranarak, meallerinden, özellikle de adaletle ilgili ayetlere ağırlık vererek yapacağımız bir okuma da bu iş için yeterli olmayacaktır. Zira Roger Garaudy’nin deyimiyle “ölü gözlerle” okunan bir Kur’an gerçekte hiçbir zaman okunmuş olmayacaktır.

Gören diri ve uyanık gözlerle Kur’an’ı okuyabilmek için, önce yeryüzünde kol gezen adaletsizliklerin farkına varılması, bu adaletsizliklerden dolayı vicdanların sızlaması, sızlayan vicdanları teskin etmek için “ne yapmalıyım?” sorusunun kafalarda uğuldaması ve sonuçta çıkış yollarını göstermesi, bu meselede çağa konuşması için Kur’an’a bir davette bulunulması gerekir. Peki başka konularda da olduğu gibi, toplumsal adalet gibi hayati önemi haiz bir konuda Kur’an’ın çağımıza konuşması ne demektir? Kur’an bir metin olduğuna göre, bu konuşma nasıl gerçekleşecektir? Pek tabii ki, Hz.Ali’ye (r.a) atfedildiği üzere aslında “Kur’an konuşmaz, onu konuşturacak olan insanlardır.” İnsanların onu konuşturmalarının yolu ise, ona “toplumsal adalet” ile ilgili meselelerini arz etmeleri, sorularını sormalarıdır. Ancak soru sorabilmek için, önce konuyu bilmek, konuyla ilgili aksaklıkları tespit etmek, çözüm bekleyen problemleri teşhis etmek gerekir. Bu soruları sormaya başladığımızda da Kur’an’ın her meselenin cevabını tek tek vereceğini, geniş izahlarda bulunacağını, bizlere ayrıntılı raporlar sunacağını zannetme saflığına düşmemek gerekir. Unutmamak gerekir ki Kur’an – yine Roger Garaudy’nin ifadesiyle – insanlığın Kıyamet’e kadar karşılaşacağı “bütün meselelerin hazır çözümlerini” bizlere sunan bir ansiklopedi değildir. O bize karşılaşacağımız meselelerin çözümleri için parametreleri, ilkeleri, normları, değerleri verir, bunların ışığında karşılaşılan her yeni meselenin çözümü ise inanan insana aittir. Dolayısıyla insanların onu konuşturması, ancak yorum ve içtihat aracılığıyla gerçekleşebilecek bir husustur.

Konuyla ilgili bu genel mülahazaların ardından, artık “Kur’an ve Toplumsal Adalet” başlığı altında yer alabilecek konulara yaklaşımımızı ortaya koymaya geçebiliriz. İlk yapmamız gereken, vaaz ve söylem üslubuyla “Toplumsal Adalet” meselesine yaklaşmaktan vazgeçmek ve meselenin sırf fertlere yönelik bir vaaz u nasihat meselesi, yahut sadece bireysel ahlak ve vicdan meselesi olmadığını, bilakis bir zihniyet, dünya görüşü ve sistem meselesi olduğunu görebilmektir.

Bunun ardından atılması gereken ikinci adım ise, ülkemizde, bölgemizde ve İslam dünyasında – ve tabii istenirse dünyanın diğer bölgelerinde – toplumsal adalet konusundaki problemlerin, sıkıntıların, tıkanıklıkların tespiti ve bunların ortaya çıkışına zemin hazırlayan sebeplerin analizlerinin gerçekleştirilmesidir. Elbette bu Kur’an’ı konuşturması beklenen İlahiyatçıların, ulemanın, tefsircilerin üstesinden gelebilecekleri bir şey değildir. Tam aksine bu siyaset bilimi, hukuk, iktisat, sosyoloji v.b. bilim dalları tarafından gerçekleştirilmesi gereken bir seri çalışmayı gerekli kılan bir şeydir. İşte bu analizler yapıldıktan sonra, sosyal bilimlerle İslami ilimler arasında disiplinler arası bir yaklaşımla gerçekleştirilecek ortak bir çabaya ihtiyaç vardır. Böylesi bir çalışma sonucundadır ki, toplumsal adalet konusunda Kur’an’dan hareketle bir yol haritası, bir eylem planı, bir mücadele stratejisi geliştirmekten söz edilebilir. Elbette bunlar “gelecekte yapılması gerekenler” kategorisine yer alacak hususlar olup, bunların hayata geçirilmesini beklemeksizin – ama en kısa zamanda gerçekleşmesini ümit ederek – bugün yapılması gerekenler konusunda İslam Düşüncesi ve İslami İlimler perspektifinin ne olması gerektiğini tartışmak, ileride gerçekleşmesi ümit edilen disiplinler arası çalışmalar için bir ön hazırlık anlamına gelecektir.
Def-i mefasid celb-i menfatten evladır ilkesini toplumsal adalet meselesine de uyguladığımız takdirde, öncelikle çağımızda Kur’an’ın bu konuda konuş(turul)amamasının sebepleri üzerinde durmak gerektiği sonucunu çıkarmak zor olmayacaktır. Bir başka ifadeyle acilen cevabı aranması gerken soru şudur: Kur’an’ın en merkezi kavramlarından olan “adalet” niçin çağdaş İslam dünyasında Müslümanlığın olmazsa olmaz bir esası haline ge(tiri)lememiştir; buna bağlı olarak niçin “toplumsal adalet” İslam toplumlarında siyasi, ekonomik ve sosyal sistemlerin omurgasını oluşturamamıştır.

Toplumsal adalet önündeki engeller

1.Teolojik Engeller
İslam toplumlarında ve ülkemizde Müslümanların din ve toplum tasavvurlarında “toplumsal adalet” kavramının son derece cılız kalmasının altında yatan sebeplerin başında, her biri belli tarihi şartların ürünü olan siyasi, itikadi, felsefi ve fıkhi mezhep, akım ve ekollerin yaklaşım ve yorumlarının Kur’an’ın “adalet” öğretisini daha da güçlendirip derinleştireceği halde, genellikle onun öğretisinin üstünü örten bir tortu tabakası haline gelmiş olmasıdır. Bu gelenekler arasında adalet kavramını tâlî bir kavram olarak gören Ehl-i sünnet gibi mezheplere rağmen, bu kavramı sisteminin merkezine yerleştirmiş olan – mesela Mu’tezile, Zeydiyye ve İbadilik gibi – mezheplerin de mevcudiyeti bir vakıa olsa da, bu gibi adalet merkezli mezhepler tarihte ve günümüzde İslam dünyasında yaygın ve etkili mezhepler olmaktan uzak bir haldedir. Nitekim mesela Sünni dünyanın önemli bir parçası olan ülkemizde yaygın ve belirleyici olan “İslam’ın şartı beş, imanın şartı altıdır” formülasyonu içerisinde “adalet” ve onu gerçekleştirmenin en önemli vasıtalarından biri olan “el-Emru bi’l-Ma’rûf ve’n-Nehyu ani’l-Munker” ilkelerine yer verilmemiş olması durumu yeterince açıklayıcı olsa gerektir.
Bu açıdan, toplumumuzdaki “İslam’ın beş şartı” ve “İman’ın altı şartı” şeklindeki galat-ı meşhurlarda adalet, hele “toplumsal adalet” kavramına yer verilmemişken, üstelik bu anlayışın sahipleri kendilerini “hak mezhep, fırka-i Naciye” olarak nitelemekte ısrarcı davranırken; “adalet” kavramını mezhebin beş temel esası (Usûl-i hamse) den biri kabul eden Mu’tezile-Zeydiyye gibi mezheplerin “batıl mezhep, fırak-ı dâlle” tasnifi içerisinde
değerlendirilmesi de oldukça manidardır.

Sadece mezheplerin iman ve İslam tanımları değil, Allah tasavvurlarının da konuyla olan yakın ilgisinden çağdaş araştırmalarda sık sık bahsedilmektedir. Şayet “ Kul/Kör Allah’a nasıl bakarsa, Allah da ona öyle bakar” atasözünden ilham alarak bir uyarlama yapacak olursak, benzer şekilde“ Kul Allah’a nasıl bakarsa, topluma da öyle bakar” demek çok ta isabetsiz görünmemektedir. Nitekim adalet ve bilhassa toplumsal adalet kavramına sisteminde tali bir yer veren ve adalet vurgusu zayıf olan, toplumsal adaleti ortadan kaldırıcı uygulamalarına rağmen, zalim de olsa yönetimlere ve yöneticilere itaati emreden Ehl-i sünnet çevrelerinde ve Ehl-i sünnet kelamında hakim olan Allah tasavvurunun bariz vasfının “Kâdir-i Mutlak” olması; buna mukabil adalet, el-emru bi’l-ma’ruf ve’n-nehyu ani’l-munker, el-va’du ve’l-vaîd, el-menzile beyne’l-menzileteyn gibi esasları mezhebin kurucu ilkeleri kabul eden Mu’tezile-Zeydiyye gibi mezheplerin Allah tasavvurlarının bariz vasfının “Adalet” olması tesadüfi olmasa gerektir.

Benzer şekilde Ehl-i Sünnet’in siyaset teorisini karakterize etmek için onun toplumsal adaletsizlikler ve zulümler ve bu zulümleri işleyen zalim yönetimler karşısındaki tavrının “Sabır ekolü” olarak özetlenmesi; buna mukabil toplumsal adaletsizlikler ve yönetimlerin zulümleri karşısında muhalefet, direniş ve başkaldırının şart olduğunu savunan Mu’tezile, Zeydiyye ve İmamiyye gibi mezheplerin “Devrimci ekol” olarak nitelendirilmesi de konumuz açısından anlamlıdır. Bütün bunlara, bilhassa Sünni gelenekteki tefsir, hadis, fıkıh, kelam veya tasavvuf disiplinlerinin hiçbirisinde – bildiğimiz kadarıyla – bireysel olsun, toplumsal olsun “Zulüm” üzerine yazılmış tek bir müstakil esere rastlanmayışı gerçeğini de ekleyecek olursak, adaletsizliklerin İslam dünyasında niçin kol gezdiği daha da iyi anlaşılacaktır.

2.Bireysel ahlak vurgusuna mukabil sistem ahlakı mefhumunun yokluğu
Fazlurrahman’ın da dikkat çektiği gibi, İslam geleneğinde bağımsız ve sistem halinde bir “Kur’ânî Ahlak İlmi”nden söz etmenin mümkün olmayışı , İslam’da ahlakın önemine inanan Müslümanlar için oldukça şaşırtıcı olabilir. Elbette İslam ahlakı kısmen fıkıh, kısmen de tasavvuf literatüründe içkin olarak varlığını daima sürdürmüştür. Ancak eksik olan, İslam ahlakının genellikle ferdi ilgilendiren “bireysel” bir mesele olarak algılanmasıdır. Hatta bu algıdan dolayıdır ki, çağdaş İslami hareketlerde de toplumdaki fertlerin tek tek ahlak ve fazilet sahibi bireyler haline gelmesiyle toplumun düzeleceği varsayımı oldukça güçlü ve yaygındır. Bu açıdan adalet ve toplumsal adalet meselesi daima fertlerin yerine getirmesi gereken bir görev olarak görülmüş, ama hemen hiçbir zaman bunun bir sistem meselesi olduğu gündeme ge(tiri)lmemiştir. Bu noktada, kendisini ahlaka fevkalade önem veren bir dinin mensubu kabul eden İslam toplumlarındaki yolsuzlukların, ahlaksız toplumlar olarak görülen Batı toplumlarından daha yaygın olması, keza toplumsal adaletin bu toplumlarda İslam toplumlarından daha güçlü olması, sadece ferdi ahlakın toplumsal ahlakı ve toplumsal adaleti temine yetmediğini gözler önüne sermektedir. Bu ise İslam toplumlarının, bireysel ahlak ve bireysel ahlaka bağımlı adalet anlayışını gözden geçirerek, “sistem ahlakı” ve “toplumsal adalet” gibi konulara vurgu yapan farklı bir yaklaşım geliştirmesi gerektiğini gözler önüne sermektedir.

3. İslami Siyaset felsefesinde muhalefet kavramından ziyade itaat kavramının yönetim anlayışımıza damgasını vurmuş olması.

Mezheplerin siyaset ve yönetim konusundaki tavırları açısından yapılan tasniflerde Ehl-i Sünnet’in “sabır ekolü” olarak nitelendirilmesinin altında yatan temel belirleyicinin, bu gelenekteki “yöneticilere itaat” kavramı olduğu sık sık ifade edilen bir husustur. Aslında Kur’an ve Sünnet’te sadece İslam’a uygun olan hususlarda söz konusu olan, İslam’a aykırı uygulamalarda ise asla söz konusu olmayan bir itaat anlayışı telkin edilmesine rağmen, zaman içerisinde bu itaat kavramı yöneticilere mutlak itaat haline dönüşmüş, onların İslam’a aykırı uygulamaları karşısında muhalefet sivil itaatsizlik ve baş kaldırı yerine bunların sineye çekilmesi gerektiği düşüncesi giderek egemen olmuş, hatta ilerleyen asırlarda Sünnilik adeta iktidarların tercih ettiği bir “iktidar ideolojisi” haline dönüştürülmüştür. Nitekim günümüz Sünni İslam dünyasında genel olarak despotik yönetimlerin iktidarda olması, bu sürecin günümüzdeki bir uzantısı olarak rahatlıkla değerlendirilebilir. Bu itaat ve biat kültürünün egemenliğidir ki, İslam toplumlarında toplumsal adalet meselesinin, tamamen yöneticilerin insaf ve merhametine terk edilmesine yol açmış, ezici çoğunluğu oluşturan sessiz çoğunluklar ise, son derece azınlık bir gurubu oluşturan yönetici elitlerin adaletsizliklerini sadece seyretmekle, ya da “söylemek yerine söylenmekle” iktifa eder hale gelmişlerdir. Kısacası İslam Dünyası geneli itibariyle toplumsal adaletsizlikler karşısında ciddi tepkiler veremeyen pasif bir dindarlık anlayışının boyunduruğundan kendisini kurtaramamış görünmektedir. Bir başka ifadeyle, lafa gelince “haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır” diyerek mangalda kül bırakmayan, ama iş dış dünyayı değiştirip dönüştürmek için bedel ödemeye, risk almaya, ter dökmeye, taşın altına elini sokmaya gelince, tam bir (u) dönüşü yapanlardan oluşan bir İslam Dünyasıyla karşı karşıya bulunduğumuzu itiraf etmek zorundayız.

4.Toplumsal adaletin tamamen yönetenlere ait bir görev kabul edilerek, yönetilenlerin rolünün (sivil inisiyatifin) göz ardı edilmesi

Kur’an ve Sünnet’in ne lafzına ne de ruhuna uyan bu pasif, itaat ve biat kültürünün, geniş halk kitlelerinin işine gelen bir yönü de olduğunu göz ardı etmemek gerekir. Zira bu itaat kültürü, toplumsal adaletin ikamesi, buna mukabil toplumsal adaletsizliklerle mücadele edilmesi görevini sadece yöneticilere yıkma ve kendisini bu sorumluluktan azade tutuma eğilimindedir. Halbuki toplumsal adaletin ikamesinin ve toplumsal adaletsizliklerle mücadelenin, yönetenlerle yönetilenlerin müştereken sorumlu oldukları İslami bir görev olduğunda kuşku yoktur.
Diğer yandan bu konuyla ilgili olarak, mesela “el-Emru bi’l-Ma’rûf ve’n-Nehyu ani’l-Munker” ya da “ihtisap” uygulamalarının halkın değil devletin görevi olduğunu savunan fıkhî yaklaşımlar da, toplumsal adalet meselesinin sadece yönetenleri ilgilendiren bir görev olarak algılanmasında etkili olmuştur. Bunda toplumsal adalet meselesiyle yakın ilgisi bulunan “Sizden iyiliği emreden ve kötülükle mücadele eden bir ümmet ol(uş)sun”(3, Âlu ‘Imrân,104) mealindeki ayette sözü edilen görevi belli bir guruba hasreden, ayete buna göre anlam verip, tefsir eden yaklaşımın da rolü olduğunu, bu yaklaşımın bu tür “parçacı” algılamaları güçlendirdiğini de unutmamak gerekir. Çağdaş dille bu durumun ifadesi, İslam Dünyasında toplumsal adaleti ikame, toplumsal adaletsizliklerle mücadele alanında güçlü bir “sivil toplum inisiyatifi”nin olmayışıdır. Elbette İslam Dünyasında birtakım gurup, cemaat ve kesimlerin, toplumsal adalet alanına dahil edilebilecek birtakım faaliyetleri söz konusu ise de, bunlar ulusal ve uluslararası ölçekte, karar alıcıları etkileyip yönlendirme gücüne sahip, örgütlü, koordineli ve sofistike faaliyetler olarak nitelendirilemeyecek kadar cılız teşebbüslerdir. Hele ulusal, bölgesel ve küresel ölçekte bir “toplumsal adalet” mücadelesini yürütürken, İslam ümmeti dışındaki benzer amaçlı kurum, kuruluş ve kişilerle de işbirliği yapmayı öngören bir yaklaşımın, yani modern bir “Hılfu’l-Fudûl” perspektifinin İslam ülkelerinde yaygın, güçlü ve etkili olduğunu söylemek daha da zordur.

Toplumsal olanı başta olmak üzere her alandaki “adalet” davasını merkeze alan ve bu görevi yöneten-yönetilen ayrımı yapmaksızın bütün Müslümanlara yükleyen Kur’an’ın Müslümanlık tasavvuruna mukabil, günümüz Müslümanlarının toplumsal adaletten ziyade bireysel adalete vurgu yapan, üstelik “özde değil sözde adalet” şeklindeki telakkilerinin toplumsal adaletin gerçekleşmesinin önündeki en önemli engellerden biri olduğunu söylemek bir abartı olmasa gerektir.

5.Toplumsal adaleti gerçekleştirmesi beklenen kurumlardaki yozlaşma
Bir yandan toplumsal adalet meselesinin sadece yönetimlerin görevi olmadığına vurgu yaparken, öte yandan toplumsal adaleti gerçekleştirmesi beklenen kurumların içine düştüğü yozlaşmaya da bilhassa dikkat çekilmesi gerekir. Zira çözümün parçası olması düşünülen ve beklenen kurumların, giderek problemin parçası haline geldiği bir süreçte, toplumsal adaletin hayata aktarılması konusunda ümitvâr olmak mümkün ve gerçekçi değildir. Ne yazık ki İslam Dünyası şu anda böyle bir kurumsal yozlaşma sürecinin olumsuz etkilerini, siyaset, yönetim, ekonomi, eğitim, sosyal adalet,v.b. alanlarda bütün yakıcılığı ve yıkıcılığı ile yaşamaktadır. Nitekim hemen bütün İslam toplumlarında siyasetin bir saltanat, rant ve çıkar aracı haline getirildiği, yönetimlerin rüşvet, nüfuz istismarı, yolsuzluk ve hortumlamalarla anılır olduğu, ekonominin fakirlerin aleyhine işleyen bir süreç niteliğine büründüğü, gelir dağılımındaki adaletsizliklerin ayyuka çıktığı, adalet mekanizmasına güvenin ciddi bir biçimde sarsıldığı, kanunların egemenler tarafından egemenler için yapıldığı, hem toplama hem de dağıtımı açısından vergi adaletinden söz etmenin imkansız bir hale geldiği , dolaylı vergilerle yönetimlerin vatandaşlarını adeta soyduğu , iktidarların vatandaşların vergilerinden oluşan dev imkanları yandaşlarına peşkeş çektiği, harcamalarda israfın ortadan bir türlü kaldırılamadığı oldukça yaygın ve giderek kökleşen bir kanaat haline gelmiş durumdadır. Durum bu olunca, toplumsal adaletin gerçekleşmesi için geniş kitlelerin kendilerine bel bağladığı kurumların “kendisi muhtac-ı himmet bir dede, nerde kaldı gayra himmet ede” ya da “kelin ilacı olsa kendi kafasına sürer” sözlerini haklı çıkarırcasına, bir umut değil umutsuzluk kaynağı haline gelmesi elbette kaçınılmaz olacaktır.

6.Şeffaf, murakabe edilebilir, hesap verebilir bir yönetim anlayışının yokluğu
Toplumsal adaleti gerçekleştirmesi beklenen kurumların yozlaşmaya maruz kalması, çözümün kaynağı olacak yerde, problemin bir parçası haline gelmesi, temelde şeffaf, temiz, hesap sorulabilir ve hesap verebilir bir yönetim anlayışının İslam Dünyasında yokluğu, İslam toplumlarında da böylesi bir yönetim anlayışını hayata geçirme konusunda yönetilenlerde görülen bilinçsizlik, isteksizlik ve cesaretsizlik te, toplumsal adaletin tecellisi önündeki engeller arasında ilk sıralarda yer almaktadır. Aslına bakılırsa şeffaflık, temiz yönetim, hesap verilebilirlik gibi esasların yokluğu sadece yönetimlerle ilgili ve onlara has bir durum değildir. Bilakis sivil kesimde de bu ilkelerin izine dahi rastlanmayan toplumsal yapılar egemenliğini sürdürmekte olup, bilhassa cemaat ve tarikat gibi kapalı yapılarda veya adeta bir cemaat ve tarikat gibi çalışan dernek, cemiyet ve siyasi partilerde de bu esaslar adeta yok mesabesindedir.

Yönetici olarak adil, temiz ve şeffaf yönetim örnekleri sergileyen Hz.Peygamber ve halifelerinin uygulamaları ortada iken, bu örnekleri daha da geliştirip sistemleştirme konusunda İslam ümmetinin başarısızlıkları da ,toplumsal adaletin gerçekleşmesinin önündeki önemli engeller arasında yer almaktadır.

7.Toplumsal adalete aykırı uygulamaların kol gezdiği sistemlerin ve düzenlerin dış güçler tarafından himaye ve destek görmesi.

Toplumsal adaletsizliklerin İslam ülkelerindeki yönetimlerin yolsuzlukları ve haksız uygulamaları ile yakın bir alakası olduğu, hatta büyük ölçüde bu “adaletsiz” politikaların ürünü olduğu ortadadır. Bu yönetimlerin ise genellikle kendi iktidarlarını ve çıkarlarını korumak için, kendi halklarına karşı dış güçlerle, uluslararası güç odaklarıyla ve uluslararası sermaye ile işbirliği yaptıkları bilinen bir şeydir. Bu durum, toplumsal adalet taleplerinin bastırılması ve bu taleplerin iktidarı tehdit eder bir hale gelmemesi için, pek çok iktidarın ve yönetimin sırtlarını bu gibi güç odaklarına dayamalarına yol açmaktadır. Gerek dış güçlerle, gerekse onların içerideki uzantılarıyla olan bu kirli ilişki, aynı zamanda siyaset, ekonomi, yargı, medya ve diğer birçok alanda, toplumsal adaletsizlikleri örtme ve örtbas etme konusunda bir işbirliğine de dönüşmektedir. Bu sebepledir ki İslam ülkelerinde toplumsal adalet uğrunda girişilecek her çaba, gerek iç, gerek dış olsun, bu gibi mihraklarla çift yönlü bir mücadeleyi de göğüslemek durumundadır.

Bu tespitlerin havada kalmaması için, yaşanan acı gerçekler dünyasından bir örnek vermek yararlı olacaktır. Diğer İslam ülkelerini bir tarafa bırakarak, sadece ülkemize bir göz atmak bile tek başına meselenin vahametini gözler önüne sermeye yetecektir. Bilindiği gibi ülkemizde izlenen basiretsiz dışa bağımlı ekonomik politikalardan dolayı, bu memleketin çocuklarının çalışıp dişinden tırnağından arttırarak devlete verdiği vergilerin çok önemli bir kısmı toplumsal adaleti baltalayacak şekilde saçılıp savrulmaktadır. Mesela batık bankaların bizlere maliyeti yaklaşık 25 (24.6) milyar dolar, sadece 1999-2005 arasında ödediğimiz dış borç faizi yaklaşık 42 (41.7) milyar dolar – bir başka döneme dair hesaplamayla 2002-2007 arasında ödediğimiz dış borç faizi yaklaşık 40 (39.3) milyar dolar – olup, bunların asıl borç değil “faiz” olduğu burada tekrar hatırlanmalıdır. Bu muazzam meblağların ülkemizde toplumsal adaleti gerçekleştirme yolunda fakir ve geçim sıkıntısı çeken tabakaların durumlarını düzeltip onları zenginleştirmeye değil de, ABD kontrolündeki IMF’yi zengin etmeye hizmet etmekten başka bir işe yaramadığı, üstelik bu uluslararası kurumun girdiği hiçbir ülkenin, toplumsal adaleti gerçekleştirmek şöyle dursun, bozuk ekonomisini düzeltip iflah olduğu dahi şimdiye kadar görülmüş değildir. Buna bir de dış borçlardaki fevkalade artış da eklendiğinde, geçmişte de örneklerini gördüğümüz üzere bu bankaların batması durumunda ödenecek faturaların da bizlere ödetildiği tekrar hatırlandığında, toplumsal adalet alanında harcanması gereken milli gelirin nerelere harcandığı açıkça görülür.

8. Küreselleşme adı altında yürütülen neo-liberal politikaların her alandaki baskıları, neo-kolonyal uygulamalar, açık- gizli sömürü, işgaller, savaşlar.

Bütün bu sayılanlar, aslında biraz önce dikkat çekilen toplumsal adalet önündeki engellere benzese de, önceki engeller bizi yönetenlerin aldığı kararların sonucu iken, burada işaret edilenlerde siyasi, ekonomik, askeri baskı, dayatma, hatta tehdit, şantaj, psikolojik savaş, sıcak savaş ve işgal dahil akla gelebilecek her türlü baskı ve şiddetin uygulanmaktan çekinilmediği bir “uluslararası baskı düzeni” söz konusudur. Özellikle gelişmiş ülkeler denilen ülkelerin gelişmemiş ülkelerin kağıt üzerinde de olsa bağımsızlıklarını hiçe sayarak, onların çaresizliklerini istismar ederek, hem tabii kaynaklarını hem de iş gücünü sömürdüğü, sömürünün zorlaştığı veya sömürüye karşı bir direnişin ortaya çıktığı durumlarda askeri işgallerden kaçınmadığı bir küresel sömürü düzeninin, bu gibi ülkelerdeki toplumsal adaletsizliklerin başlıca kaynağı olduğu kuşkusuzdur. Bu durumun en açık örnekleri ise, Filistin, Irak, Afganistan işgalleri ile, ülkemiz dahil pek çok İslam ülkesine zaman zaman uygulanan bazılarına ise halen fiilen uygulanmakta olan siyasi-ekonomik ambargolarda görmek mümkündür.

9.Toplumsal düzenin yapısı: ataerkillik, ağalık-şeyhlik, aşiret ve kabile sistemi.
Özellikle kadına ve çocuğa yönelik toplumsal adaletsizliklerin İslam ile de alakası olmayan “ataerkil (erkek egemen)” zihniyetle olan ilişkisi pek çok araştırmada gösterilmiştir. Mesela ülkemizdeki kadınların %70’i işgücünün dışında “ev kadını” olarak tanımlanmakta, ev kadınlığı bir “iş” olarak kabul edilmemektedir. Keza çalışan kadınların yarısı da aile işletmelerinde ücretsiz işçi olarak çalışmaktadırlar. Bazı İslam ülkelerinde, ülkemizin de bazı bölgelerinde – mesela güney doğu’da – kadın miras hakkından mahrum edilmektedir. Kadının kocasına, çocukların ana-babasına “mutlak itaati” öngören bu zihniyet, kadına ve çocuklara uygulanan aile içi şiddetin de başlıca sebeplerindendir. Bu zihniyet o kadar güçlüdür ki, mesela ülkemizde İslamcı, milliyetçi, solcu, sosyalist, sosyal demokrat, liberal olsun bütün siyasi partilerde kadın varlığı son derece cılızdır. Parlamentoda, bürokraside, iş dünyasında, medyada ve üniversitelerde de durum çok farklı değildir. Ataerkil yapıyla yakın ilgisi bulunan “ağalık-şeyhlik, kabile ve aşiret sistemi” de hem ülkemizde hem de diğer birçok İslam ülkesinde, toplumsal adaletsizliklere yol açan önemli bir unsurdur. Bu sistemde ağa, şeyh, kabile ve aşiret reisinin kişilerin iradelerine ipotek koyması, bu sistemde adil bir paylaşıma yer olmaması, kişilerin özgür bireyler olarak hareket edip karar almalarının neredeyse imkansızlığı, ağa-şeyh dayanışmasıyla bu sistemin, dini bir kılıf geçirilerek meşrulaştırılmaya çalışılması, töre/namus cinayetleri, berdel v.b. hususlar toplumsal adaletin tecellisinin önünde ciddi engeller oluşturmaktadır.

10. Eğitim sistemi, geleneksel din eğitimi ve gelenekselin yeniden üretimi olarak “çağdaş(!) din eğitimi”.
İslam ülkelerinde ve ülkemizde toplumsal adaletin gerçekleşememesi ve egemenliğini sürdürememesi, yukarıdan beri izaha çalıştığımız üzere, aslında bir zihniyet meselesidir. Toplumsal adaletin gerçekleşmesinin önündeki engellerin başta gelenlerinden biri olan bu zihniyeti, kısaca “itaat, biat ve teb’a kültürü” şeklinde özetlemenin mümkün olduğuna da işaret etmiştik. İşte Kur’an’ın genel olarak adalet (bireysel, toplumsal, küresel adalet) vurgusuna rağmen, bu vurguya meydan okuyan ters yöndeki gelişmelerin yaygınlığını ve kalıcılığını sağlayan “itaat, biat ve teb’a kültürü”nü kitlelerin beyinlerine kazıyan, eğitim sistemlerinden başka bir şey değildir. İster dini, isterse din dışı eğitim sistemlerinde olsun, hiç birisinde fertleri özgür, muhalif ve eleştirel bir şahsiyete kavuşturma, toplumsal adalet konusunda onlarda hassasiyet geliştirme, toplumsal adaletin gerçekleşmesi için onları mücadeleye hazırlama gibi bir hedefin bulunduğunu söylemek mümkün değildir. Garip olan şudur ki, din dışı/laik/seküler eğitim kurumlarında durum bu olduğu gibi, her seviyede eğitim veren dini eğitim kurumlarında da durum öncekilerden farksızdır. Pek çok İslam ülkesinde olduğu gibi ülkemizde de dini eğitim kurumlarında seküler eğitim kurumlarındakine benzer bir zihniyet, yani pasifist, teslimiyetçi bir itaat kültürü pompalanmaktadır. Buna, birtakım cemaat, tarikat, dini grup ve yapılanmalardaki iç eğitimi – daha doğrusu beyin yıkama faaliyetini – de eklemek mümkündür. İster seküler ister dini olsun eğitim kurumlarında – adeta beyin yıkarcasına – telkin edilen bu pasifist kültürün yarattığı zihniyeti, kısaca yönetimlerin işine, etliye sütlüye karışmayan “uysal vatandaş” yetiştirmeye hizmet eden bir tür “kölelik zihniyeti” olarak özetlemek yanlış olmayacaktır.

10. Sekülerleşme, şehirleşme, tüketim kültürü, lüks ve aşırı tüketim
Toplumsal adaletin yöneteniyle yönetilenliyle toplumun tamamının sorumlu olduğu İslami bir görev olduğunu söylemek çok kolaydır. Ama toplumsal adaletin gerçekleşmesinin önündeki engelleri kaldırmak o kadar kolay değildir. Hele problem insanların içlerinde, kafalarında, zihinlerinde ve kişiliklerinde ise, bu takdirde toplumsal adalet mücadelesinin hem “âfâk”ı hem de “enfus”u kapsaması gerektiği açıktır. Bilhassa dış dünyadaki bazı gelişmelerin insanın iç dünyasındaki menfi etkileri, giderek Müslümanlarda ve onların İslam tasavvurlarında da köklü değişikliklere yol açacak bir “tehdit” oluşturmaya aday görünmektedir. Bu tehlikeli gelişmelerin başında ise sekülerleşme gelmektedir. Pek çoğumuzun zannettiğinin aksine sekülerleşme sadece dinin toplumsal alanda devre dışı bırakılmasıyla değil, aynı zamanda dinin içi boşaltılarak, fert ve toplum üzerinde hiçbir etkisi olmayan bir kültür, görüntü ve formalite haline getirilmesiyle de ortaya çıkabilmektedir. Ülkemizde bilhassa seksenli yıllardan sonra yükselişe geçen bu “sekülerleşme/dünyevileşme” eğilimini, son zamanlarda “mücahitlerin müteahhitlere dönüşmesi” , keza “tasavvuf ehlinin tasarruf ehline dönüşmesi” , ya da abdestsiz kapitalistler yanında bir de “abdestli kapitalistler” sınıfının ortaya çıkması şeklinde ifade etmek mümkündür. Diğer yandan iktidar nimetlerinden yararlanan İslamî kesimin hızla “rüşvet – şöhret – şehvet” şeytan üçgeninin pençesine düşmesi, bu çevrelerde giderek hayatın amacının “masa – kasa – nisa“ haline geldiğini gösteren gelişmelere artan bir şekilde rastlanması da bu durumu gözler önüne seren bazı göstergeler olarak değerlendirilebilir. Elbette bu gibi tehlikeli gelişmelerin ortaya çıkmasında “şehirleşme” olgusunun da rolü vardır. Zira şehirleşmeye paralel olarak bir tüketim toplumunun yaratılması için neo-liberal politikaların topluma dayatılması ve öte yandan kapitalizmin küreselleştirilmesi için her yola başvurularak yaygınlaştırılmaya çalışılan “tüketim çılgınlığı”, keza “lüks ve aşırı tüketim” de toplumsal adaletsizliklerin giderek artmasına yol açmaktadır.

Kur’an-ı Kerim’in “israf ederek saçıp savuranların Şeytanların kardeşleri olduğu”( 17, el-İsrâ,27 ) şeklindeki uyarı ve tehdidine rağmen, sadece ülkemizde her gün üretilen 120 milyon ekmeğin %10’unun çöpe atıldığını göz önüne aldığımızda, keza bilhassa lüks otellerde ve tesislerde yapılan yiyecek içecek israfını ve toplumu obezleştiren açgözlülük ve tıka basa yeme alışkanlıklarını da buna eklediğimizde, bir İslam ülkesi olan ülkemizde her gün toplumsal adalete Müslümanlar eliyle nasıl bir darbe vurulmakta olduğu daha kolay anlaşılacaktır. Buna mesela dünyada ortalama iki yılda bir değiştirildiği söylenen cep telefonlarının ülkemizde altı ayda bir değiştirildiği bir sonradan görmelik olgusunu da eklemek mümkündür.

Sözüm ona İslami denilen TV kanallarında, radyo yayınlarında, gazete, dergi v.b. medya ortamlarında, kapitalist
çevrelerden hiçbir farkı olmayan bir tüketim kültürünün bilhassa reklamlar aracılığıyla sürekli telkin edilmesi giderek reklamcılığın sınırlarını aşarak bir beyin yıkama faaliyetine dönüşmek üzeredir. Bilhassa küresel sisteme eklemlenme kararı vermiş olan bazı – yine sözüm ona – İslami çevrelerin İslamilik kılıfıyla meşrulaştırmaya çalıştıkları, aslında faizci sömürü sistemin bir parçası olmaktan öteye pek te geçemeyen “bankacılık“ ve “sigorta” girişimleri de, toplumdaki sömürü düzenini değiştirmekle mükellef olanların nerelere savrulduklarını açıkça gözler önüne sermektedir.

Bu tabloya, Kur’an-ı Kerim’in başka ayetlerde emir ve telkin ettiği “adalet” ilkesinin de ötesine geçerek, “kendileri ihtiyaç içerisinde olsalar bile, başkalarını kendilerine tercih ederler” (59, el-Haşr, 9) ayetinde Müslümanlara telkin ettiği “îsâr” kültürüne sırtını dönerek ya da “Komşusu aç iken tok yatan bizden değildir” veya “Sizden biriniz kendisi için isteyip arzu ettiğini kardeş(ler)i için de arzu edip istemedikçe iman etmiş olmaz” diyen peygamberinin uyarılarını kulaklarını tıkayarak, fakirlerin bulunmadığı zengin semtlere, oradan da ultra lüks “rezidans ve villalar” a taşınmaya can atan, daha doğrusu sınıf atlamak için yanıp tutuşan gafil ve zavallı “abdestli kapitalistler” i de eklemek gerekir.

İslam ambalajıyla ambalajlanmış kapitalist uygulamalara, aşırı tüketim, lüks, israf ve tüketim çılgınlığına verilebilecek en çarpıcı örneklerden birisi de Hac ile ilgilidir. Mesela, mahşer provası olarak ta nitelendirilen ve aynı zamanda dünyada her yıl tekrarlanan en büyük eşitlik provası olduğu söylenen Arafat vakfesi’nin uhreviliğine ve eşitlikçiliğine inat, Zemzem Tower’da 160.000 $’lık kral dairelerinde ya da 700 Türk’ün de konaklayanlar arasında yer aldığı, 5000 – 7000 €’luk konforlu dairelerde konaklayarak yapılan “lüks hac” ların, Allah’ın istediği Hac olup olmadığı, yahut dünyevileşmenin, lüks ve konfor düşkünlüğünün ve israfın, Hac maskesiyle kamufle edilmesi anlamına gelip gelmediği de mutlaka sorgulanması gereken bir yozlaşmadır.

11. Sınıf ve sınıf(lar) dayanışması bilincinin olmayışı.
Kur’an’ın terminolojisi yakından incelendiğinde, zulüm – adalet, zalimler – mazlumlar, ezenler – ezilenler şeklindeki bir ayrımı çeşitli kavramlar kullanarak yaptığı ve bu ayrımı Müslümanların bilincine yerleştirmeyi, bu suretle de onları yeryüzündeki her türlü zulüm, haksızlık, adaletsizlik ve baskıya karşı mücadeleye hazırlamayı amaçladığı kolaylıkla görülür. Nitekim Kur’an’ı okuyan bir insan, bu kitabın gönderiliş amacının yeryüzünde her türlü zulüm, baskı ve kötülüklerle mücadele etmeyi gaye edinen ya da görevi bu olan bir ümmet inşa etmek olduğunu fark etmekte zorlanmayacaktır.

Kur’an’ın kendisini ve müminleri zulüm, adaletsizlik, haksızlık, ahlaksızlık ve kötülük cephesine – ki buna kısaca şer cephesi de denebilir – karşı konumlandırdığı ve saf belirlediği son derece açık olduğu halde, günümüz İslam Dünyasının, kendisini böyle bir saflaştırma içerisinde gördüğünü, şer cephesine karşı safını belirlediğini, saflarını sıklaştırdığını söylemek mümkün değildir. Bir başka ifadeyle, yeryüzünün neresinde olursa olsun her türlü zulme karşı durmak, her türlü adaletsizlik, haksızlık ve baskı ile mücadele etmek, bu mücadelede, dini, ırkı, cinsi ne olursa olsun bütün mazlumlarla her zaman ve her yerde yardımlaşmak (Hılfu’l-Fudûl) ve bunu bir hayat tarzı haline getirmek gerektiği şeklinde bir anlayışın, günümüz Müslümanlarının Müslümanlıklarının olmazsa olmaz bir rüknü, esası ve parçası olduğunu söylemek mümkün ve doğru değildir. İşte bu tür bir sınıf bilinci, ya da saflaşma anlayışı Müslümanlara yabancı olduğu içindir ki, onların kendi köy, kasaba ve şehirlerinde, daha ileri giderek memleketlerinde ve bölgelerinde ve nihayet küresel ölçekte, örgütlü ve dayanışmacı bir adalet mücadelesine ya da zulme karşı mücadeleye girdiklerini görmek pek mümkün değildir. Bu da, söylemeye dahi gerek yoktur ki, köyden gezegene kadar her ölçekte zulmün kol gezmesine, azınlık olan zâlimlerin egemen, çoğunluk olan mazlumların ise adeta köle ve esir olarak hayatlarını sürdürmelerine yaramaktadır. Bu konuyu biraz daha derinleştirecek olursak, Müslümanların Kur’an’ın şer cephesine karşı tavır alıp saf belirlemesinden hareketle, ulusal, bölgesel ve küresel sistemleri ve yapıları bu açıdan analiz etmekten de aciz olduğunu kabul ve itiraf etmek zorunda kalırız. Zira Müslümanların İslam tasavvurlarında yönetimlerin, düzenlerin, sistemlerin, anayasaların, kanunların, piyasanın, medyanın, eğitimin, sanatın, paranın, güç ve kudretin bu şer cephesi tarafından ve onlar için var olduğunu, bu alanlarda mazlumlara hayat hakkı tanınmadığını, mücadelenin de tam bu noktadaki bir bilinçlenmeyle başlaması gerektiğini ima eden en küçük bir iz veya kırıntı bile bulunmamaktadır.

12.Üretime, emek ve alın terine dayanmayan, gayr-ı meşru ve gayr-ı ahlaki kazanç yollarının yaygınlaşması;
Özellikle faiz, borsa oyunları, rantiyecilik ya da emek gerektirmeyen diğer spekülatif kazançların yaygınlaştırılması, benzer şekilde yatırım bankacılığı yerine finans bankacılığının yaygınlaşması, kumar ve diğer haksız kazançlar, nüfuz istismarı, kayırmacılık ve hileli kazançlar, vergi kaçakçılığı, kayıt dışı ekonomi, sigortasız işçi istihdamı, düşük ücretle işçi çalıştırmak, yüksek faizli krediler, kredi kartları sömürüsü, insan, uyuşturucu ve silah kaçakçılığı, kadın ticareti ve fuhuş kaçakçılığı gibi daha da uzatılabilecek olan bir liste, toplumda insanların daima emeğinin karşılığını alabileceğine olan inancını sarsmakta, helal kazanç kavramı giderek yok olmakta, bu gibi spekülatif kazanç yollarının yaygınlaşması dolayısıyla yatırımların azalmasına, bu da istihdamın azalmasına yol açmaktadır. Diğer yandan aynı spekülatif ve rantiyeci zihniyetle para kazanma peşinde koşan yabancı sermeyenin de, bu bakımdan yabancı sermaye değil “yalancı sermaye” olduğuna ve ülkemizde kalıcı yatırımlara çok fazla rağbet etmediğine de bu vesileyle işaret etmekte yarar vardır. Bu “hap yap para kap” anlayışı maalesef siyasi iktidarlar tarafından da himaye görmekte ve mesela şu andaki iktidar tarafından da faiz gelirlerinden vergi alınmamak suretiyle resmen şımartılan bu “hap yap para kap” spekülasyonculuğu ve rantiyecilik, giderek toplumda, alın teri ile helalinden kazanmanın bir aptallık olarak kabul edilmesine yol açacak kadar tehlikeli bir mecraya girmiş bulunmaktadır. Bu durumun toplumda üretime ve istihdama dayalı bir ekonominin gerilemesine, öte yandan da adil bir gelir dağılımının gerçekleşmesini giderek imkansız bir hale getirmesine şaşmamak gerekir.

13. Medyanın uyuşturucu ve pasifize edici etkisi.
Toplumsal adaletin hem toplumlar ölçeğinde hem de küresel ölçekte egemen ve yaygın bir hale gelmesinin önündeki engeller arasında yazılı, sesli, görüntülü ve elektronik medyanın da mercek altına alınmasını gerektiren pek çok sebep vardır. Ama bu bağlamda en önemli nokta, medyanın sermaye yapısı olarak, bu toplumsal adaletsizliği doğuran sistemle iç içe olması, daha açık bir tabirle medya patronlarının aynı zamanda sahip oldukları güçlü şirketleri aracılığıyla medya – sermaye ilişkisini sermaye lehine kullanma yönüne gitmesidir.Böyle olunca da medyanın genelde sermayenin emrinde ve sermayenin çıkarını savunmak gibi bir amaçla faaliyet göstermesine şaşmamak gerekir. Yapısı, durumu ve ilişkileri bu merkezde olan bir medyanın, sermayenin aleyhine olmadığı sürece, toplumsal adaletsizlikler karşısında suskun, öte yandan gerçek anlamdaki bir toplumsal adalet konusunda isteksiz davranması, sonuçta emeğin değil sermayenin çıkarlarını savunması da şaşılacak bir şey değildir. İşte medyanın sermayeyle ve çıkar çevreleriyle olan bu organik ilişkisi, kendi çıkarına hizmet ettiği sürece statükoyu kollamasına, buna bağlı olarak ta toplumsal adaletsizlikleri örtbas etme, gizleme, önemsiz gösterme, gündemi saptırma gibi bir “göz bağcılık” rolü oynamasına yol açabilmektedir. Bu sebepledir ki, toplumsal adalet davası uğrunda mücadele edilmesi ve aşılması gereken en önemli engeller arasında, kitlelerin, özellikle de ezilenlerin toplumsal adalet taleplerine destek olmak şöyle dursun, bu talepleri görmezlikten gelen, önemsizleştirmeye çalışan, gerektiğinde çarpıtma, saptırma ve bilgi kirliliği ile bu taleplerin üstünü örtmeye çalışan medya’nın da bulunduğunu unutmamak gerekir.

Tekrar başa dönecek olursak, ulusal, bölgesel ya da küresel ölçeklerdeki bir toplumsal adalet idealinin hayata geçirilebilmesi için Kur’an bize yol gösterir, ilham verir ve temel ilkeler sunarsa da, bu ideali hayata geçirmek için harekete geçmeye hazır olan bir Ümmet, bu uğurda bedel ödemeye hazır fertlerden oluşan bir toplum mevcut olmadıkça, toplumsal adalet bir serap olmaya devam edecektir. Bunun bir serap olmayıp bir gerçek olduğunu gösterebilmenin yolu ise, toplumsal adaletsizliklerin mağdurlarının uyanması ve harekete geçmesi, toplumsal adaletin düşmanı olan düzen ve sistemleri değiştirmeye yönelmesidir. Bu mücadelenin başarıya ulaşması için, mazlumların zalimler kadar, namusluların da namussuzlar kadar cesur olması gerektiğini söylemeye bilmem lüzum var mıdır? Kur’an gibi bir kitaba ve Hz.Peygamber gibi bir rehbere sahip olan İslam ümmeti, her türüyle adaleti, her yerde ve her zaman egemen kılmada en ön safta yer almakla mükellef olduğunu, bunun Müslümanlığın –en az namaz, oruç, hac kadar – olmazsa olmaz bir parçası olduğunu idrak etmedikçe, toplumsal adalet bir serap olmaya devam edecektir.

Eylem doğurmayan bir imanın iman olmadığını idrak etmeye başladığımız anda, bu serabın giderek bir hakikate dönüştüğünü görmek mümkün olacaktır.

  1. Fazlurrahman, İslam Ve Çağdaşlık (Ank., 2002,V.bsk.),s.72
  2.   Topçu, Nurettin: İslam ve İnsan, S. 35
  3. Kaldı ki ne Kur’an’da ne de  güvenilir- hatta güvenilmez –  hadis rivayetlerinde  “İslam’ın şartı” şeklinde bir ifade yer almadığı gibi, İslam’ın şartının  beş, imanınkinin altı olduğu ifadeleri de mevcut değildir. Bu ise bilimsel bir gerçekten ziyade bir “galat-ı meşhur” ile karşı karşıya bulunduğumuz anlamına gelmektedir.
  4.   Bkz. Fazlurrahman, İslam Ve Çağdaşlık (Ankara, 2002,V.baskı) s.222-223.
  5. Ülkemizde az kazananların çok vergi, çok kazananların ise az vergi verdiği, yani ortada bir vergi zulmü olduğu, bizzat  TÜİK’in bu yılki açıklamalarıyla tescil edilmiş bulunmaktadır. Öte yandan mesela  benzin fiyatlarının %70’inin vergi yükü olduğu,bu sebeple ülkemiz insanın dünyanın en pahalı benzinin almak- daha doğrusu kazıklanmak- zorunda kaldığı unutulmamalıdır.
  6.   Ülkemizde dolaylı vergilerin,hatta vergiden vergi alma uygulamalarının hala geçerli olduğu acı bir gerçektir.
  7. Huzeyfe -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:
    Birgün Hazret-i Ömer’in yanına gitmiştim. Evindeki bir kütüğün üzerine oturmuş sıkıntılı bir şekilde kendi kendine söyleniyordu. Yaklaştım ve:“
    –Sizi üzen şey nedir ey Mü’minlerin Emîri?” dedim.
    “–İşte şudur!” diyerek eline işaret etti ve idâreci iken yanlış bir iş yapmaktan korktuğunu ifâde etti.
    “–Bu mu sizi üzen şey, vallâhi yanlış bir iş yaptığınızda sizi düzeltiriz.” dedim.
    “–Kendisinden başka ilâh olmayan Allah hakkı için, benden yanlış bir hareket zuhûr ettiğinde hakikaten beni düzeltir misiniz?” diye sordu.
    “–Kendisinden başka ilâh olmayan Allah hakkı için, sizden yanlış bir hareket gördüğümüzde mutlaka düzeltiriz.” cevâbını verdim.
    Buna çok sevindi ve:
    “–Allâh’a hamd olsun ki sizin içinizde, Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ashâbından, yanlışımı gördüğünde beni düzeltecek kimseler vâr etti.” dedi. (İbn Ebî Şeybe, el-Musannef, VIII, 154)
  8.   Sadece son iki yılda Türkiye’nin dış borç stokundaki artış oranları  bile yeterince endişe vericidir.
  9. وقال الامام ابن حزم انه لو مات واحد من المسلمين جوعا في مدينة ما أعتبر كأن أهل تلك المدينة أو الدولة هي التي قتلته ووجب على أهلها الدية للميت
  10.   Muslim,es-Sahih,1,İman,17,hadis no:71(45)(I.66)
  11.   Mehmet Hayri Kırbaşoğlu,Ahir Zaman İlmihali (Ank., 2010,5. bsk.),s.328.