BEGIN TYPING YOUR SEARCH ABOVE AND PRESS RETURN TO SEARCH. PRESS ESC TO CANCEL

Bilge Adamlar Dergisi Röportaj: Mehmet Hayri Kırbaşoğlu ile “İslami Hareketler” Üzerine

Bilge Adamlar Dergisi Röportaj: Yıl: 2014 – Sayı: 35
1- Bizimle söyleşi yapmayı kabul ettiğiniz için teşekkür ederiz. “İslami hareket” kavramıyla başlayalım isterseniz. Nedir İslami hareket? Tarihi oluşum ve gelişim süreci içerisinde bir belirleme yapabilir miyiz?

İslami hareket Müslümanların dış dünyayı İslami değerler, amaçlar ve hedefler doğrultusunda değiştirip dönüştürme çabalarının ortak adıdır.
İslami hareket, İslami değerleri toplumsal plana taşıma yönündeki her türlü çabanın modern dönemdeki ortak adıdır. Bu anlamda İslami hareket her Müslüman’ın şu veya bu ölçüde içinde görev alması gereken bir kulluk görevidir. Zira bizzat İslam’ın kendisi bir “İslami hareket”tir. Çünkü İslam tek tek Müslüman fertler tarafından yaşanabilecek bir tür “bireysel dindarlık”tan çok fazla ve öte bir şeydir. Diğer bir ifadeyle İslam ancak Ümmet olarak hayatın her alanında İslami değerlerin hayata geçirildiği/geçirileceği/geçirilmesi gerektiği bir dindir. Bu hedeften uzaklaşan her dindarlık tarzı bu uzaklaşma oranında İslam’dan da uzaklaşmış, bu hedefe yönelen dindarlık anlayışları da yöneldiği oranda İslam’a yaklaşmış olurlar. Daha da açık bir ifadeyle İslam bırakın bireyleri, sadece şu veya bu topluma bile değil, tam tersine bütün yeryüzüne ve bütün insanlığa yönelik bir projedir. Bu proje Allah’ın vahiy geleneğinde ve bu geleneğin son halkası olan Kur’an vahyinde sunduğu değerlerin ve bu vahiyde ifadesini bulan iradesinin yeryüzünde egemen hale gelmesi davasıdır. İslami hareketler de bu dava peşinde koşan bütün siyasi, iktisadi, ilmi, fikri, sosyal ve kültürel oluşumların müşterek adıdır.
Her zaman şu veya bu ölçüde varlığını sürdüren İslami hareketler son yüzyıllarda İslam Dünyasının, önce açık sömürgecilik şeklinde, günümüzde ise gizli sömürgecilik şeklinde Batı hegemonyasının ve küresel güç odaklarının pençesine düşmesi ile birlikte, iki yönlü olarak, yani gerek dış, gerek iç İslam karşıtı odaklara karşı bir direniş hareketi olarak ortaya çıkmıştır.

2- Hareketin “İslamiliğini” belirleyen İslam karşıtı bir hedefe ya da gayeye odaklanmasıdır dediğimizde, nitelemeyle ilgili belirsizlik ortadan kalkmıyor gibi. İslami söyleme sahip kimi grupların birbirlerini düşman bellemeleri durumunda mesela, “İslami hareket”i tespit etmek nasıl mümkün olacaktır? Halihazır karmaşada sağlıklı tespitte bulunmanın imkanı nedir? Sorun, tarafların İslam’dan ne anladıklarına bağlı sanki…

Şimdilik ben kendimce şöyle bir ilke belirleme yolunu tercih ettim bu gibi durumlarla ilgili olarak: Bir İslami hareket (parti, cemaat, tarikat, hizip, mezhep, akım v.b.) Ümmet birliği ilkesine hizmet ediyorsa İslamidir, bu ilkeye zarar veriyorsa veya ters düşüyorsa gayr-ı İslamidir, isterse en sofu en dindar kesimler olsun. Zira İslam mesajının kıyamete kadar taşıyıcısı İslam Ümmeti’dir. Bu ümmetin birliğine zarar verici her adım gayr-ı İslamilik nitelemesini hak eder. Bu noktada, İslam ümmetinin birliğine zarar verenlerin birbirilerini suçlamaları, ya da birbirlerini sapıklıkla nitelendirmeleri de sonucu değiştirmez. Dolayısıyla bu birliği zedeleyen herkes, mesela kendilerini “fırkay-ı naciye (kurtulmuş fırka)”, kendi dışındakileri “fırak-ı dâlle(sapık fırkalar)” olarak gören Ehl-i Sünnet bile olsa gayr-ı İslami damgasını yemekten kurtulamaz. Zira itibar elfaz ve mebaniye (yani Ehl-i Sünnet, Hak mezhep, vs. isim ve lakaplara) değil makasıd ve maaniyedir.

Diğer yandan bir hareketin İslamiliği onun küresel güç odaklarıyla ilişkisiyle de ilgilidir. Zira seküler, prometeci, sömürgeci, emperyalist, kapitalist güç odaklarıyla işbirliği yapan, hatta bunu İslam ümmetinin çeşitli kesimlerine karşı sergileyen kesimler “İslami” niteliğini kaybederler. Zira tekrar ifade etmek gerekirse, “İslamilik” kişilerle ilgili değil eylemlerle ilgili bir niteliktir. Bu sebeple İslam’a ve ümmete karşı faaliyetlerde bulunanların Müslüman olması o eylemi İslam’a aykırı olmaktan çıkarmaz.
Benzer şekilde İslami hareketler, siyasi, ekonomik, sosyal vd. statükolar karşısında statükocu ve teslimiyetçi değil, statükoya karşı muhalif olan ve eleştirel tavır takınan akımlardır.
Hatta daha da ileri giderek şunu da söylemek gerekir: Bir İslami hareket -Roger Garaudy’nin eserlerinde sık sık vurguladığı gibi- gezegenin ve bütün insanlığın kurtuluşu gibi evrensel bir hedefe yönelmiyorsa, o hareket İslam’ı anlamamış demektir. Bu bakımdan bir hareket, ferdi, içtimai, ulusal, bölgesel ve küresel ölçekli olarak yeryüzündeki bütün sorunlara odaklandığı ölçüde İslamilik nitelemesini hak eder. Bu perspektifi kaybetmiş olanlar ise kaybettiği oranda Dr. Ali Şeriati’nin “karşı Din” nitelemesine yaklaşırlar.
Ve tabii gerçek İslami hareketler İslami ilimler ve İslam düşüncesi alanındaki gelişmelere sırt çevirmeyen, dogmatik ve skolastik olmayan, şirke kadar varan bidat ve hurafelere pirim vermeyen, dini bir rant aracı olarak görmeyen, mücahitlerin müteahhitlere dönüşmediği, tasavvuf ehlinin tasarruf ehli haline gelmediği, dini “masa – kasa – nisa” emellerine alet etmediği, dinin yolsuzluk, hırsızlık, rüşvet, rantiyecilik edepsizliklerini kamufle etmek amacıyla örtü olarak kullanılmadığı, şeriatçılık yapma iddiasıyla masum ve saf kadınlardan haremlerin kurulmadığı, despotik yönetimin/tek adam yapılanmasının olmadığı, hareketlerin yönetiminin babadan oğula, kayınpederden damada geçen bir saltanata dönüşmediği, insanların gönüllü köleler haline getirilmediği; tam aksine insanlara “bize gel köle ol” denmeyip “kendine gel özgür ol” dendiği, herkesin katılımına açık bir şekilde ortak akıl ile yönetildiği, para hareketlerinin açık, şeffaf ve denetlenebilir olduğu, Hıristiyan kilisesinin endülijans satması gibi, Cennet’in – herhangi bir guruba yardım adıyla – para karşılığı parsellenip satılmadığı, kısacası madden ve manen “almanın değil vermenin” esas olduğu, sadece bireysel ahlakın değil “sistem ahlakı”nın da güçlü olduğu, atılan bütün adımların İslami kurallar çerçevesinde hesabının verilebildiği yapılanmaların gerçek anlamda İslami hareket nitelemesini hak edeceği söylenebilir.

3- İslami hareketlerin tarihteki etkilerini, etki alanlarını somutlaştırabilir miyiz? Ne olmalıydı, ne idi, neler kazanıldı, neler kazanılabilirdi?

İslami hareketlerin başarı veya başarısızlığının ölçütü siyasi, ekonomik, medyatik güç ve iktidarı ele geçirmek değil, İslami değerlerin ve ilkelerin toplumlarda egemenliğini sağlamaktır.

Bu açıdan bakıldığında açık sömürgecilik dönemindeki İslami hareketler, kağıt üzerinde de olsa bağımsızlığın elde edilmesinde başarılı olmuşlarsa da, bağımsızlık sonrası dönemde siyasi, ekonomik ve sosyal alanlarda Batı paradigmasına alternatif çağdaş İslami modeller geliştirme ve bu modelleri uygulama bakımından başarılı olduklarını söylemek çok zordur.
İslami hareketlerin en önemli etkisi, yukarıda tanımlanan hedeflere yönelik bir bilincin yeşerip yaygınlaşması ve kitleleri bu yönde mobilize etmesi alanında görülmüş ve görülmektedir. Bir anlamda İslam’ı “pasif dindarlık nesnesi” olarak algılayan geleneksel tedeyyün biçimlerinin aşılmasına ve çağın meydan okumalarıyla yüzleşebilecek bir İslami özgüvenin oluşmasına zemin hazırlamıştır. Bu bakımdan çağdaş İslami hareketlerin ilham kaynağı olan Afgani, Abduh, İkbal, Mevlana Ebu’l-Kelam Azad, Reşid Rıza, Hasan el-Benna, Malik b. Nebi, Mevdudi, Seyyid Kutub, Ali Şeriati, Mehmed Akif, Nurettin Topçu, Aliya İzzetbegoviç ve benzeri pek çok şahsiyetin yazılarında İslam’ı bir yeryüzü projesi olarak takdim ettiklerini görmek hiç de şaşırtıcı değildir. Ancak daha sonra siyasal İslami hareketlere de evrilen bu gelişmelerin, devlet ve toplum alanında Batılı seküler paradigmaların yerine ikame edilebilecek, daha başarılı İslami modeller geliştirme konusunda teorik ve pratik olarak yeterince başarılı oldukları söylenemez. Bunun da sebebi hem teorik yönden yetersiz, hem de pratik yönden güçsüz olmalarıdır.
Teorik olarak başarısızlığın başlıca sebepleri şunlardır: Duygusallık kokan retorik yaklaşımların egemenliği, yenilmiş ve ezilmiş olmanın yol açtığı tepkisellik ve kendini yüceltme, geleneksel İslami mirası gözden geçirme konusunda isteksizlik, dolayısıyla Kur’an ve Sünnet’e dönüş tezine ilgisizlik, ya da bu tezi parçacı ve şekilci bir yaklaşımla ele alıp karikatirüze etmek, yeni açılım ve yorumlara karşı olumsuz tavır, ulusal, bölgesel ve küresel ölçekli gelişmeleri sağlıklı bir biçimde anlayıp analiz etmede başarısızlık, İslami ilimler ve İslam düşüncesi alanıyla beşeri ve sosyal bilimler arasında köprü kuramama, İslami ilimler alanındaki epistemolojik ve metodolojik belirsizlik ve kafa karışıklığı ve nihayet -sanat, sosyal, kültürel, ekonomik alanlarda – felsefi düşüncenin dumura uğramış olması ve benzeri pek çok husus teorik alandaki başarısızlıkların önde gelen sebepleri arasında yer almaktadır.

Pratik alandaki başarısızlığın sebepleri ise şunlardır: Teorik açıdan başarısızlığın sebeplerinin uygulamada ortadan kaldırılması yönündeki çabaların yetersizliği, cemaat, parti veya gurup çıkarını koruyup sürdürmek için popülizme başvurma, denenmiş ve test edilmiş modellerin mevcut olmaması, yeterli ehil kadroların yetiştirilememesi, küresel ölçekli gelişmelerin ve bu gelişmelere yön vermeye çalışan küresel güç odaklarının yeterince hesaba katılmaması, genel olarak Müslümanların, özel olarak ta İslami hareketlerin farklı akım ve gurupları arasında uzlaşma kültürünün olmaması, bu uzlaşma kültürünün düşmanı olan ırkçılık, kavmiyetçilik, bölgecilik, mezhepçilik, cemaatçilik, tarikatçılık, hizipçilik ve gurupçuluk gibi ayrıştırıcı ve parçalayıcı yaklaşımların İslam Birliği/ Ümmet Vahdeti kavramını etkisizleştirmesi, ekonomik açıdan üretim seviyesinin düşüklüğü, işsizlik, yolsuzluk, eğitimsizlik, kültürsüzlük, altyapı eksikliği, adil olmayan bir vergi sistemi ve benzeri problemlerin çözümü yolunda kayda değer bir ilerlemenin gerçekleştirilememesi gibi sebepler bu bağlamda özellikle vurgulanması gereken hususlardır.

Pragmatizme yenik düşen İslami hareketler

Bu meyanda bilhassa vurgulanması gereken en önemli başarısızlıklardan birisi ve belki de zikredilen diğer başarısızlıkların ana sebeplerinden birisi, İslami hareketlerin, iman ettikleri İslami ilke ve prensiplere, norm ve değerlere bağlı kalmada başarısız olmalarıdır. Bu başarısızlık zannedildiği gibi hak ile batılın, doğru ile yanlışın, adalet ile zulmün, helal ile haramın tam olarak ayırt edilemediği kritik durumlarda değil, tam aksine en açık İslami ilke, değer ve normların göz göre göre çiğnendiği sayısız örnekte kendini göstermiştir, hala da göstermektedir. Nitekim İslami hareketlerin sık sık yolsuzluk, adam kayırma, nüfuz istismarı, particilik, hizipçilik, işbirlikçilik, yalancılık gibi suçlamalara muhatap olması, İslami hareketler içerisinde değerlendirilebilecek pek çok kesimin “kayıt dışı” nitelemesini hatırlatır bir biçimde “şeffaflık” ve “hesap verilebilirlik” ten tamamen uzak “kapalı cemaat” ler halinde örgütlenmiş olmaları da bu dejenerasyonun en temel sebepleri arasında yer almaktadır.

4- Siz Müslümanların, Müslüman alimlerin veya hareketlerin tarihin akışına yön verici rollerini ne zaman kaybettiklerini tespit edersiniz? “Tarihin aktif yapıcıları” rolünün “tarihe maruz kalıcı” rolüyle değişimi hangi tarihlere ve hangi olaylara/gelişmelere tekabül etmektedir? Bu değişimin sebepleri ve seyri hakkında neler söylemek istersiniz?

Ulema iman ile ameli, fikir ile aksiyonu birleştirene derler!

İnsanlar mizaç itibariyle aktif ya da pasif olabilirlerse de, İslam’ın Müslümanlardan istediği dindarlık, kesinlikle pasif değil, aktif, hatta pro-aktif bir dindarlıktır. Bu husus bizatihi İslam’ın bir yeryüzü projesi olması ve bu projenin yürütülmesinin Hz. Peygamber’in vefatından sonra İslam Ümmeti’nin asli sorumluluğu olduğu gerçeğinde kolaylıkla görülebilir. Dolayısıyla tarihin akışına yön verme ya da dış dünyayı değiştirme görevi sadece ulemanın değil bütün Müslümanların görevidir. (Bu anlamda Mehmed Said Hatiboğlu hocamızın sürekli tekrarladığı üzere İslam’da din adamı yoktur, dininin adamı vardır, dolayısıyla herkes dininin adamı olmak zorundadır).
Mamafih İslam ulemasının çağdaş dönemde İslami hareketler içerisindeki rolünün son derece cılız olması, kanaatimce temelde onların bu çağda yaşayıp, bu çağın meseleleriyle yüzleşen entelektüeller olmayı önemsemeksizin, hasılı tahsil, malumu ilam eden “geviş getiren akıl” ile yetinmeyi tercih etmelerinden kaynaklanmaktadır. Bir başka ifade ile ulema “değişim gerçeği” ni görememiş ve çağdışı, dolayısıyla devre dışı kalmıştır. Aslına bakılırsa ulema tabir edilen kimseler, Arapça bilgisine dayanarak, ortaçağda üretilmiş İslami bilgiyi nakletmek ve bu bilgiyi “tüketmek” dışında bir rol oynamış, bu suretle yeni meselelere yeni çözümler üretmiş değildir. Kısacası ulema “taklid” ile yetinmiş ve geleneğimizde de mevcut olan “içtihad-tecdid” kavramlarına sırt çevirmiştir. Öte yandan İmam Humeyni’nin “hayız-nifas uleması” tabir ettiği ulema tipinin İslam dünyasının yaygın tipi olmasını da unutmamak gerekir. Buna İslami eğitim-öğretim kurumlarında ve özel olarak cemaat, tarikat ve benzeri guruplarda gerçekleştirilen din öğretimi ve eğitiminin da çağın şart ve ihtiyaçlarına ve İslami hareketin hedeflerine hizmet edecek şekilde ıslah edilmemiş olmasını da eklemek gerekir. Özellikle de ulemanın gerek çağdaş İslam düşüncesine gerek dünyadaki çağdaş gelişmelere bigane kalıp ya da sırt çevirerek, “âlim” kimliği ile “aydın/münevver” kimliği birleştirme konusunda vurdumduymazlığına dikkat çekmek gerekir. Tabiatıyla kağıt üzerinde bağımsız görünen İslam ülkelerinin despot yönetimlerinin küresel güç odaklarının çıkarları doğrultusundaki baskıcı politikaları ve ulemanın bu politikalara direnip baş kaldıracak bir mecalinin olmaması gibi sebepler de bu meyanda zikredilebilecek başlıca hususlardır.
5- İslami hareketler bakımından oldukça hareketli bir dönem yaşıyoruz. İslam dünyası çok büyük kalkışma ya da devrim süreci yaşıyor. Bir yönüyle bu yaşananlar da karmaşayı daha da arttırıyor tabi; komplo teorilerinin sayısı da artıyor mesela… İslami hareketlerin ve tabi müslümanların birikimlerini ve hareket kabiliyetlerini değerlendirdiğinizde bu krizden çıkılabileceğini ve Müslümanların kendilerine bir rota çizebileceğini düşünüyor musunuz?
Öncelikle İslam Dünyasındaki bu hareketliliğin “büyük kalkışma” ya da “devrim süreci” şeklinde nitelendirilmesinde fazla acele etmemek gerektiğini düşünüyorum. Zira şu anda mevcut altmışa yakın İslam ülkesinden sadece birkaçında, bahsedilen türden bir “kalkışma”dan söz edilebilirse de çoğunluk İslam ülkeleri henüz mevcut statükolar karşısında sessizliğini korumaktadır. Mamafih İslam ülkelerinde genel anlamda geleceğe yönelik bir belirsizlik, bir kafa karışıklığı, sosyal huzursuzluklar ve siyasi ve ekonomik krizler sarmalından oluşan bir kaotik durumun varlığından söz edilebilir.
Kağıt üzerinde bağımsız görünen İslam dünyası tam anlamıyla bağımsızlığını kazanmadığı için, bu kaotik durumun ortaya çıkışında iç dinamikler kadar harici tesirler de elbette söz konusu olmaktadır. Öte yandan dünyanın küçük bir köye döndüğünden bahsedildiği bir dönemde, dünyadaki bütün gelişmelerin İslam dünyasını da şu veya bu ölçüde etkilediği de ortadadır. Mamafih bu kaotik durumun arkasında “dış güçler” veya “ gizli parmaklar” olduğuna dair iddiaları komplo teorisi diyerek görmezlikten gelmek te ciddi bir hata olur.
Bu bağlamda İslami hareketlerle ilgili olarak dikkat edilmesi gereken en önemli husus, bu hareketlerin küresel güç odakları ve statükolar konusundaki bakış açıları ve bu odaklarla olan ilişkileridir. Zira 60-70’li yıllarda pek çok İslam ülkesinde olduğu gibi ülkemizde de İslami hareketlerin neredeyse tamamı yeşil kuşak projesi dahilinde komünizme ve dinsizliğe karşı mücadele bahanesiyle “kullanılmış” tır. Günümüzde ise yine benzer şekilde pek çok İslami hareketin, gurubun, cemaat ve tarikatın “ılımlı İslam”, “medeniyetler ittifakı” ya da “diyalog ve hoşgörü” gibi başlıklar altında uygulamaya konulan pek çok projede -bilerek ya da bilmeyerek- figüran ve taşeron olarak kullanıldıkları malumdur. Öte yandan İslami hareketlerin finans kaynaklarına ve sermaye çevreleriyle olan ilişkilerine de yakından bakmak gerekir. Zira sermaye odaklarından finans desteği alan İslami hareketlerin, şu veya bu safhada, şu veya bu ölçüde bir diyet ödemek zorunda kaldıklarına dair örnekler azımsanmayacak kadar çoktur.
Mevcut şartlarda İslami hareketlerin öncelikle kendilerini ve İslamiliklerini sorgulamayı göze alabilecek bir durumda olduklarını söylemek oldukça zordur. Zira İslam Dünyasındaki -Şii veya Sünni olsun fark etmez- egemen dini kültürler mevcudiyetini koruduğu sürece böyle radikal bir öz eleştiriyi göze almaları mümkün değildir. Tabiatıyla İslami hareketlerin de kendi içlerinde oluşan statükoların ve oligarşik yapıların, bu tür bir öz eleştiri sürecine ilişkin taleplere göz yumacağını düşünmek te gerçekçi değildir.
Ama hepsinden önemlisi çağdaş İslami hareketlerin İslam ve Müslümanlık tasavvurlarının baştan aşağıya gözden geçirilmesini göze almaları ve bu öz eleştiri sürecinin mantıki sonuçlarını kabullenmeye hazır olmalarıdır. Buna bağlı olarak da lider, üstat, şeyh v.b. karizmalarına dayalı yapılanmalar yerine “ortak akıl – ekip karizması” temeline dayalı yapılanmalara sıcak bakabilmelidirler. Zira çoğu lider karizmasına dayalı pek çok İslami hareketin, liderin ölümünden sonra güç kaybettiği ve daha sonra parçalanarak dağıldığı sık sık görülen bir husustur. Velhasıl İslami hareketlerin, en iyi bildiklerini var saydıkları, zannettikleri ya da iddia ettikleri İslam konusunda mevcut İslam algılarını ve kültürlerini paranteze alıp, Müslümanlıklarını yeniden inşa etme yolunda mevcut geleneklerinden radikal bir kopmayı göze almaları gerekmektedir. Bir başka ifadeyle Aliya İzzetbegoviç’in İslami Deklarasyon’da ilan ettiği “Müslüman Halkların İslamlaştırılması” projesine evet deme cesaretini göstermeleri gerekmektedir.
6- Söylediklerinizden, Ortadoğu’daki siyasi gelişmelerin, gelecekte daha adil yönetimlerin ve müreffeh toplumların oluşumuna imkan tanıyacak şekilde dönüştürülebileceğini pek de mümkün görmediğinizi çıkarabilir miyiz?
Evet, bunu mümkün görmediğimi söyleyebilirsiniz, zira kısa vadede böyle bir dönüşümün gerçekleşmesi çok uzak bir ihtimal olarak görünüyor. Çünkü mevcut siyasi kültür değişmeden köklü ve kalıcı bir siyasi dönüşüm mümkün olmayacaktır. Dolayısıyla orta ve uzun vadeli bir değişim için şimdiden kolları sıvamak ve bu yönde İslam entelijansiyasını motive ve mobilize etmek, bu amaçla medya başta olmak üzere her türlü kitle iletişim imkanlarını sonuna kadar kullanmakla işe başlama cihetine gidilebilir. Bu yönde yapılacak çalışmaların tam katılımlı, şeffaf ve hesap sorulabilir bir “yönetişim modeli” geliştirme yönündeki çalışmalara eşlik etmesi, her iki alandaki çalışmaların “örgütlü sivil toplum” yaklaşımına dayalı olmasına özen gösterilmesi şarttır. Kuşkusuz bütün bunların gerçekleştirilebilmesi için lider, üstat, şeyh v.s. karizmalarına dayalı toplumsal hareketler dönemini kapatıp “ortak akıl” ilkesine dayalı ve – illa bir karizma gerekliyse – lider karizması yerine “ekip karizması” dönemini açmak için çaba sarf etmek de aynı ölçüde şarttır.
7- Günümüz Müslüman çevrelerinin birçoğunda sorunlarımızdan kurtulmamızı sağlayacağı düşünülen “İslami yönetim” hedef olarak görülüyor. Mesela İmam Humeyni de Müslümanların dışa bağımlılıktan ve emperyalist politikalardan kurtulmaları için siyaset yapmaları ve devlet kurmaları gereğinden bahsediyor. Siz, siyasi dönüşümün yeterli olmayacağı kanaatindesiniz sanırım…
Siyasi dönüşüm elbette gerekli. Ne var ki İslami yönetim ile kastedilen genellikle İslami ilkelerin egemenliğinden ziyade Müslümanların iktidara gelmesi olduğundan, bu anlamda bir dönüşüm de tabii ki yeterli değildir. Zira Müslümanların iktidara gelmesinin zorunlu olarak İslami ilke ve değerlerin de egemenliği anlamına gelmediğini – bilhassa ülkemizde – hala yaşayarak görmekteyiz. Zaten bunun yeterli olmadığı İslami hareketlerin iktidara geldiği birtakım yakın dönem tecrübelerinde veya İslam devleti iddiasıyla ortaya çıkmış olan mevcut birtakım yönetimlerde de açıkça görülmektedir. Dolayısıyla İslami devlet iddiasıyla kurulmuş olan düzenlerde veya son zamanlarda iktidara yürümüş olan bazı İslami hareketlerde açıkça görülen husus, henüz Müslümanların tam anlamıyla iktidara hazırlıklı olmadıkları gerçeğidir. Nitekim bu çabaların siyasi, sosyal ve ekonomik olarak başarılı olamamaları bir yana, uyguladıkları siyasi, sosyal ve ekonomik modellerin de aslında Batı’dan devşirme modeller ve onların kötü birer kopyası olduğu da söylenebilir. Bunun da temel sebebi bu güne kadar İslami hareketlerin slogancı ve retorik ağırlıklı bir çizgi izlemeleri, ne teorik ne de pratik düzeyde , denenmiş ve başarılı olduğu ilmen gösterilmiş İslami bir siyasi, sosyal ve ekonomik düzen modelini ortaya koyma becerisini gösterememiş olmalarıdır. Bu başarısızlığın da temelinde yatan sebep ise, İslami hareketlerin İslam tasavvurlarının geleneksel İslam algılarını aşamamasından ve dindar kesimlerin nabzını tutarak iktidara gelmek için başvurdukları popülizmden başka bir şey değildir. Bunu söylerken elbette uluslararası düzenin ve güç dengelerinin engelleyici rolünü görmezlikten gelmiş değiliz. Tam aksine İslami hareketlerin bu başarısızlığında, tam da bu ulusal, bölgesel ve uluslararası ilişkilerin ve dengelerin sağlıklı bir analizinin gerçekleştirilememiş olmasının ciddi bir payı olduğunu söylemek istiyoruz. Bunu Arap baharı dalgasının sükuna erdiği şu günlerde gayet açık bir şekilde gözlemlemek mümkündür.

İşte tam da bu sebepledir ki sadece Batı’ya değil , hem Batı’ya hem de İslam geleneğimize ve mirasımıza eleştirel bir şekilde yaklaşılması gerektiğini savunan Garaudy’nin önerdiği çizgiye ve Muhammed İkbal’in İSLAM’DA DİNİ DÜŞÜNCENİN YENİDEN İNŞASI adlı eserinde işaret ettiği projeye sırt dönülmüş olması bu başarısızlığın en önemli amilleri arasında yer almaktadır. Özetlelemek gerekirse ;
“BU MÜSLÜMANLIKLA BURAYA KADAR” dolayısıyla
“ YA YENİ HAL YA İZMİHLAL” .

8- İslam dünyasındaki mezhepsel ayrışmanın şiddetini azaltmanın ve siyasi, ticari, sosyal ve kültürel alanlarda ortak değerler bazında bir ümmet bilinci oluşturmanın imkanı ve yolları nelerdir? Bu konuda Şii ve Sünni alimlere öncelikli olarak hangi görevler düşmektedir?

Öncelikle bunun bir imkan olmaktan öte “evcebu’l-vâcibât (en acil zorunluluk)” olduğunu dikkatlere sunmakla işe başlamak gerekir. Zira İslam, ümmet olmaksızın yaşanabilecek ve varlığını sürdürebilecek bir öğreti değildir. Daha doğrusu ümmet içinde var olmayan bir İslam İslam olmaktan da çıkar. Zira İslam’ın mesajı gezegene ve insanlığın tamamına yönelik olduğu için bu muazzam misyonu üstlenecek bir ümmet olmadan bu görevin yerine getirilmesi mümkün değildir.

Teorik olarak üzerinde çok yazılan çizilen “Ümmetin Birliği (Vahdetu’l-Umme)” meselesine dair ağırlıklı olarak pratiğe yönelik olarak bazı tekliflerde bulunmak daha gerçekçi ve yararlı olsa gerektir.

1. Ümmet birliği önündeki en büyük engel harici değil dahilidir. Fertler düzeyindeki dahili engel, günümüz İslam dünyasındaki egemen Müslümanlık tasavvurlarında Ümmet bilincinin yok denecek kadar cılız olmasıdır. Bu durum ise ortalama dindarlık algılarının Kur’an – Sünnet merkezli bir tasavvurdan ziyade geleneksel tasavvurlardan beslenmesinden kaynaklanmaktadır.

Toplumsal plandaki dahili engel ise, açık sömürgecilikten kağıt üzerinde de olsa kurtulmuş olan İslam ülkelerinin halklarının iradesini temsil etmekten ziyade kendi statükolarını korumak için yeni sömürgeci güçlerle işbirlikçilik yapmaktan çekinmeyen yönetici elitlerdir.

İlk engeli aşmak için yapılması gerekenler ise; son iki yüzyılda İslam birliği ideali için çaba harcayan “Yenilikçi İslam Düşüncesi” mimarlarının Kur’an ve Sünnet’e dönüş tezine kulak vermek, bu dönüşün sağlıklı ilmi esaslar dahilinde gerçekleştirilebilmesi için “batı’ya da geleneğe de eleştirel yaklaşım” ilkesini rehber edinmek, bu yaklaşımın yaygın ve örgün eğitim alanında olduğu gibi medya ve sivil toplum alanlarında da desteklenmesi suretiyle tabana yayılmasını sağlamak acile atılması gereken adımlar olarak önümüzde durmaktadır.
İkinci engeli aşmak için, açık sömürgecilik dönemine karşı yürütülmüş olan silahlı bağımsızlık hareketleri gibi, bu defa gizli sömürgecilik dönemine ve bu gizli sömürgecilik uygulamalarının piyonları olan İslam ülkelerinin yönetici elitlerine karşı ikinci dalga “siyasi bağımsızlık” hareketlerine acilen ihtiyaç vardır. “direniş(el-mukaveme)” kavramı altında zaten İslam Dünyasında teorisi yapılan bu yaklaşımın baskı gurupları oluşturmak dahil her türlü örgütlü “sivil toplum” mücadelesi şeklinde sürdürülmesi mevcut şartlarda en sağlıklı çözüm olarak görünmektedir.

2. Ulus devletler şeklinde örgütlenmiş olan İslam ülkelerinin “ulusal çıkar” esaslı “resmi diplomasi”sine alternatif olarak “adalet” ve “Ümmet birliği” ilkelerine dayalı bir “sivil diplomasi” kavramı ve uygulaması geliştirmek gerekir.

3. Bu sivil diplomasi uygulamasını yürütmek üzere fertler ve sivil toplum örgütleri sınır tanımayan doktorlar anlayışında olduğu gibi bir “sınır tanımayan Müslümanlar” perspektifi geliştirmekten asla vazgeçmemelidirler. Bu amaçla bilhassa İslam ülkelerinin entelektüellerinin -İslam medeniyet dilleri olan Arapça, Farsça, Türkçe, Kürtçe, Urduca v.d.- dilleri öğrenerek sömürgeci Batı’nın dilleri olan İngilizce ve Fransızca v.s. ile iletişim kurma tekelini kırmaları gerekir. Bu aynı zamanda entelektüellerin İslam medeniyet ve Kültür mirası ile doğrudan irtibat kurmalarını da kolaylaştıracaktır.

4. İslam Birliği idealinin önündeki engellerin ilk sıralarında yer alan “ ırkçılık, milliyetçilik, ulusçuluk ve kabilecilik v.s.” etnik her türlü ayrılıkçı yaklaşımlarla mücadelede “Müslüman renk körüdür” sloganını rehber edinmek ve bu sloganın egemenliğini sağlamak gerekir.

5. Yine ilk sıralarda yer alan engellerden “mezhepçilik, cemaatçilik, hizipçilik, tarikatçılık ve particilik” gibi ayrımcı yaklaşımlara karşı mücadelede şu kriteri yaygınlaştırmak gerekir: Mezhepler, cemaatler, tarikatler, hizipler ve partiler İslam birliği idealine hizmet ediyorsa İslami’dir, hizmet etmek bir yana Müslümanların parçalanmasına yol açıyorsa gayr-ı İslami’dir, onların İslamilik iddiaları bu sonucu değiştirmez.

6. İslam Dünyası sadece Müslümanlardan ibaret olmayıp, hatırı sayılır sayıda gayr-ı Müslim unsurlar ve kendisini İslami kimlik ile tanımlamak istemeyen -mesela hristiyan, mecusi, ateist, gnostik, marksist, liberal, milliyetçi, sosyalist v.b.- geniş kesimler de mevcuttur. Bu gerçekten hareketle İslam medeniyet havzasının tamamını kuşatıcı bir nitelik arz edemeyen “İslam kardeşliği” söylemini de dışlamayan, ancak ondan da geniş bir kapsamı olan “ İslam medeniyetinin çocuğu olmak” kavramsallaştırmasından hareket etmek, bunu da İslam geleneğinden ödünç alabileceğimizi “Hılfu’l-Fudûl” anlayışı ile temellendirmek mümkün görünmektedir.

7. Hem ülkemizde hem de diğer İslam ülkelerinde son zamanlarda giderek dozu arttırılan “mezhepçilik” propagandalarına ve mesela şu sıralarda ülkemizde yaymaya çalışılan “ kafirler Şiilerden daha evladır” gibi akla ziyan propagandalara karşı bir seferberlik ilan etmek ve bütün mezhepleri meşru bir zeminde değerlendiren bir bakış açısını yaygınlaştırmaya çalışmak şarttır. Bu amaca yönelik olarak kendisini hak, kendi dışındaki herkesi batıl ve sapık gören hastalıklı/patolojik “fırkay-ı nâciye /fırak-ı dâlle” dikotomilerine son verip, mesela İmam el-Eş’ari’nin Makalatu’l-İslamiyyin ve’htılafu’l-musallîn (İslamcıların Görüşleri ve Namaz Kılanların İhtilafları)” adlı eserinin adına da yansıyan – dışlayıcı değil- kapsayıcı bir bakış açısının canlandırılmasına da acilen ihtiyaç vardır.

8. Diğer yandan yaşanan bir gerçeklik olarak şu anda yaşayan mezhepler olan (Sünnilik – Şiilik –İbadilik – Zeydilik/Mu’tezile ) arasındaki ortak paydanın ihtilaflardan kat kat fazla olduğunu, ama birileri bizlere sürekli bardağın boş tarafını gösterdiği için dolu tarafını göremediğimizi, bu gerçeği görmek için Müslümanların farklı mezhep ve meşrep mensuplarıyla tanışıp dostluk ve kardeşlik ilişkileri kurmalarının fevkalade yararlı olacağını bilhassa vurgulamak gerekir.

9. Mezhep farklılıklarına rağmen gündelik hayatta İslam Dünyasını her yerindeki Müslümanların genel kültürlerinin ve yaşayış tarzlarının da birbirine fevkalade benzer ve yakın olduğunu da İslam Dünyasını yakından tanıyanlar kolaylıkla göreceklerdir.

10. Ve nihayet gerek Sünni dünyanın gerek Şii dünyanın kendi geleneklerini sorgulama ve Kur’an –Sünnet ortak paydasında buluşma yolunda önemli ilmi ve fikri adımlar attıklarını da bilmek gerekir. Bunun mütevazı bir göstergesi olarak Dr. Ali Şeriati’nin eserleri ile Ahmed el-Kâtib’in(www.alkatib.co.uk) eserlerine bir göz atmak bile yeterlidir.

9- Müslümanların halihazır sıkıntılarından nasıl kurtulabilecekleri sorulduğunda cevaplar çoğunlukla, “Kur’an ve Sünnete dönülmelidir” benzeri bir öze dönüş vurgusu taşımaktadır. Sizin de bir öze dönüş teoriniz var mı? Kur’an ve Sünnet’e dönmek nedir ve nasıl dönülür?

Öze dönüş ya da Kur’an ve Sünnet’e dönüş çağrısı, çağdaş İslam düşünürlerinin ve çağdaş İslami hareketlerin yoğun bir biçimde üzerinde durdukları ve günümüzde de durmaya devam ettikleri bir konudur. Başlangıçta bir slogan ve niyet beyanı olarak ortaya çıkan, giderek teorik temelleri atılan ve son on yıllarda epistemolojik ve metodolojik açıdan yoğun bir biçimde ele alınan bu meselede, bizim bilhassa “Sünnet’e Dönüş” kısmı ile ilgili ve bir başlangıç olarak İslam Düşüncesinde Sünnet, İslam Düşüncesinde Hadis Metodolojisi, Alternatif Hadis Metodolojisi, Sünni Paradigmanın Oluşumunda Şafii’nin Rolü gibi müstakil eserler yanında, aynı doğrultuda yazılmış makaleler ve çeşitli ilmi konferanslar aracılığıyla elimizden geleni yapmaya çalıştığımızı, ancak bu konunun hakkıyla ele alınabilmesi için bir ilim adamları ordusuna ihtiyaç duyulduğunu tereddütsüz ifade edebilirim.

10- Günümüzde S. Kutub, H. El-Benna, A. Şeriati, A. İzzetbegoviç vb., genç zihinlere hitap edecek ve onları sorgulamaya sevk edecek, harekete geçirecek şahsiyetlerin yokluğu İslami diriliş açısından ne ifade ediyor? Aydınlarımız nerde durmaktadır ve Şeriati’nin deyimiyle ne yapılmalıdır?

Sondan başlayalım: Ali Şeriati’yi örnek alarak “sorumlu aydın” rolüne kendimizi hazırlamak, bu amaçla mutlaka diğer kardeşlerimize, çekinmeden “ben sizi rahatsız etmeye geldim” demek, isimlerini zikrettiğiniz ve zikretmediğiniz çağdaş İslam Düşünürlerini tanımakla işe başlayıp, ardından onların mirasına sahip çıkmak, bu mirası bir mirasyedi gibi tüketmekten kaçınıp, onu daha da zenginleştirmek ve geliştirmek için vakit geçirmeden kolları sıvamak, “politik olarak muhalif, entelektüel olarak eleştirel aktivist” nitelemesine uygun bir çizginin İslam Dünyasında neşv-ü nema bulması için gece gündüz yılmadan çalışmak, çalışmak, çalışmak.
Bu gibi entelektüellerin ve İslam idealistlerinin bugün aramızda olmadığı aslında doğru değildir. Zira aramızda olmayan onların bedenleridir, ama düşünceleri ve eylemleri ile eserleri aramızdadır ve hala bizler için ilham kaynağı ve model olmaya devam edecek güçtedir.

11- Konuya biraz da Türkiye özelinde bakarsak… Halihazırda muhafazakar eğilimli siyasi bir irade var. Fakat bu iradenin pusulasının yönü de Batıyı/Avrupa’yı göstermektedir. Meşrutiyetle başlayan bu batıcı anlayış nasıl değiştirebilir? Kendi öz değerlerimize yaslanan bir medeniyeti nasıl inşa edebiliriz?

Hemen itiraz ederek ve tabii üzülerek söyleyeyim ki, ben şahsen mevcut siyasi iktidarın “İslamilik” nitelemesini –adeta reddi miras edercesine- reddetmesini ve kendisini muhafazakar olarak nitelendirmesini samimi ve gerçekçi bulmuyorum. Zira Erbakan hocanın liderliğindeki Milli görüş partilerinde dahi görülmedik bir biçimde İslam’ın politik bir araç olarak kullanıldığı – siz buna din istismarı da diyebilirsiniz – gün gibi ortada iken, bu muhafazakarlık söylemi hiç te inandırıcı gelmemekte ve adeta takıyye olarak sırıtmaktadır. Hele diğer İslam ülkelerinde, mevcut iktidarın katıksız bir İslami hareket olarak görüldüğü, hatta yanlış olarak İhvan-ı Müslimin hareketinin bir uzantısı olduğu yolundaki değerlendirmelere, dahası kesin kanaatlere bakıldığında, bu itirazımızın haksız olmadığı görülecektir. Zira mevcut iktidarın İslam dünyasında kendisinin İslami bir hareket olarak algılanmasından hiç te rahatsız olmadığı, bilakis “istemem yan cebime koy” misali bu algı ve iddiaları hiçbir zaman açıkça reddetme cihetine gitmediği ortadadır. Bu İslamilik algısı İslam ülkelerinde – ve tabii pek çok Batı’lı çevrelerde – o kadar güçlüdür ki, son yıllarda Ortadoğu’daki pek çok ülkede katıldığım bütün ilmi toplantılarda, mevcut iktidarın İslamiliğini ısrarla vurgulayan Arap entelektüellere karşı, yine ısrarla bu hareketin gerçek anlamda İslami bir hareket olmadığını anlatmaya çalıştığımı belirtmek isterim. Elbette benim eleştirilerim – Milli Görüş hareketi gibi – bu hareketin de İslamilik iddiasına rağmen, gerçek anlamda İslamilik nitelemesinden uzak oldukları yönünde eleştirilerden ibaretti.

Mamafih Türkiye’nin yıldızının parladığı son yıllarda İslam ülkelerinde oluşan romantik havanın bugün yerini giderek daha sorgulayıcı ve buna bağlı olarak daha gerçekçi bir algıya bırakmakta olduğunu, bunun da özellikle mevcut iktidarın Libya ve Suriye politikalarındaki tavrının Arap dünyasında göreceli bir tepkiye yol açmasından kaynaklandığını söylemek mümkündür.

Diğer yandan, nasıl mevcut iktidarın İslamcılık gömleğini çıkarttığını ve muhafazakarlık gömleğini giydiğini inandırıcı bulmuyorsam, aynı şekilde Batı yönelimli olduğu iddiasını da inandırıcı bulmadığımı açıkça ifade etmek isterim. Pek çok siyasi analizcinin kanaatini paylaşarak, mevcut iktidarın Batıcılık yöneliminin içeride bazı dengeleri değiştirmek ve bazı hedeflere ulaşmak için başvurduğu taktik bir adım olduğunu söylemek yanlış olmaz. Nitekim mevcut iktidarın Batıcı yöneliminin sahici ve gönüllü bir Batıcılık olmadığını bizzat Batı da anlamış görünmektedir. Aslında ortada olan kısaca şudur: Küresel hegemonik güçlerle ve bilhassa siyonizmle uyum ilişkisini reddeden Milli Görüş siyasetinin başına gelenlere bakıp ders(!) alan, bu yüzden de küresel sisteme entegre olarak yola devam etmek isteyen bazı Milli Görüşçülerin, Milli görüşün İslamcı imajından kurtulabilmek için liberal, milliyetçi ya da pragmatist bazı çevreleri de fotoğrafa dahil ederek giriştikleri bir siyasi çaba söz konusudur. Son aylarda yaşananlardan da açıkça anlaşıldığı üzere bu küresel sistemle uyumlu eski Milli Görüşçüler, Batı ile yüzleşip, Batı’ya direnerek değil, onlarla uzlaşıp iş tutarak kendilerince İslami(!) çizgide ilerlemeyi tercih etmişlerdir. Bu yönde yola çıklırken, söz konusu küresel güç odakları bu yaklaşımın siyasi ayağını oluşturan mevcut siyasi iktidarın yanına – hem ona destek hem de kontrol için – son zamanlarda adı pek çok duyulan – yine küresel güçlerle uyumlu – bir cemaatin ya da örgütün sivil desteğini ilave etmişlerdir. Aslına bakılırsa – biri siyasi diğeri sivil – bu her iki Batı yönelimli gurup Batı’yı kendi hedeflerine varmak için araç olarak kullandıklarını vehmetmekte, ya da bunun mümkün olduğuna dair naif bir inançtan hareket etmektedirler ki, bunun ne kadar isabetli ve başarılı bir teşebbüs olduğunu son on yıldaki gelişmelere bakarak herkes kendisi değerlendirip kendi kararını – müspet ya da menfi – verebilir.

12- Ülkemizde yaşanan son gelişmelerden hareketle, İslami hareketlere ve siyasi yapılara dair bir özeleştiri yapmamız gerekirse, öncelikli olarak neler tespit edilebilir?

Aslına bakılırsa bu yazının ana teması olan İslami hareketler konusunu “politik olarak muhalif ve entelektüel olarak eleştirel” bir çizgiden ele almaya çalıştığım – şu ana kadar yapılan değerlendirmelere bakılarak – yeterince açık bir şekilde görülebilir. Ayrıca bu konulara dair Arap ülkelerinde Arapça olarak sunduğum – ama burada sunamadığım- tebliğlerde de aynı çizgiyi görmek mümkündür. İslami hareketlere dair yapılmış eleştirel değerlendirmeler ciddi bir literatür oluşturacak hacme de ulaşmış durumdadır. Bunların bir kısmı Türkçeye de çevrilmiş bulunmaktadır. Dolayısıyla bu meseleye dair eleştirilerin hakkını vermek için ciltler dolusu yazmak gerekecektir.

Ama yine de bir fikir vermek için en önemli üç eleştiriyi dikkatlere sunmak isterim ki , bunlardan ilki İslami hareketlerin retorik/söylem ağırlıklı bir çizgiyi tercih etmeleri, eylem ve uygulamaya ilişkin olarak pek az model geliştirmiş olmalarıdır. İkincisi ulusal, bölgesel ve küresel dengelerin analizinde başarılı olamamalarıdır. Üçüncüsü ve en önemlisi ise, İslam tasavvurlarının İslami ilmi bilgiye dayalı, araştırma, sorgulama ve yeniliğe açık derinlikli bir tasavvur olmayıp, tam tersine, halk İslamı’nın taklide dayalı geleneksel İslam tasavvurunun kopyası seviyesinde kalmasıdır.
Mamafih İslami hareketlerin ve çağdaş Müslümanların İslam tasavvurlarına ve algılarına dair eleştirel yazılarımızın bugünlerde, birisi ÇAĞA DESTURSUZ GİRENLER adıyla, diğeri ise ÜÇÜNCÜ YOL MUKADDİMESİ adıyla iki kitap halinde kamuoyunun takdirlerine sunulacağını belirtmek isteriz. Bu suretle bu iki kitabın, – yer darlığı sebebiyle – bu yazıda telafi edemediğimiz eksikliklerimizi bir ölçüde de olsa telafi edebileceğini umarız.

http://bilgeadamlar.net/main.php?p=yazi&id=706