BEGIN TYPING YOUR SEARCH ABOVE AND PRESS RETURN TO SEARCH. PRESS ESC TO CANCEL

MÜSLÜMANLAR KAPİTALİZM KISKACINDA

– Ferdi Ahlak’tan Sistem Ahlakı’na Geçişin Zorunluluğu-

Geçen sayıda, Müslümanların üç (et) ile imtihanından söz ederken, onların nasıl mal, mülk ve servet konusunda hırs, ihtiras ve aç gözlülük gibi hastalıkların pençesine düştüklerini, nasıl rüşvet, yolsuzluk, rantiyecilik ve nüfuz istismarı girdabına kapıldıklarını, ülkemizin ve ülkemiz Müslümanlarının karşı karşıya bulundukları vahim bir gelişme olarak dile getirmeye, dikkatleri bu noktaya çekmeye çalışmıştık. Ancak bu gibi “yolsuzluk” furyası karşısında başımızdakilerin çıkış yolu olarak, fertlerin ahlaklı ve dindar olması gerektiğine vurgu yapmakla yetinmeleri, zaman zaman dile getirdikleri “şeffaflık” ve “hesap verilebilirlik” ilkesini ülkenin sivil-askeri bürokrasisine ve yönetimine uygulamada ciddiye alınabilecek adımları bir türlü at(a)mamış olmaları, bu yolsuzluk furyasının altında yatan küresel bir gelişmenin farkına varamadıklarını da göstermektedir. Onların farkına varamadıkları bir başka husus ise, toplumumuzda mevcut Müslümanlık tasavvurunun, bu toplumsal hastalıkları engellemede kayda değer bir rol oynayamadığıdır; zira bu tür servet düşkünlüğü, aç gözlülük ve yolsuzluk furyasının odağında yer alanlar, çözüm olarak gösterilen “dindar” kesime mensup olanlardan başkası değildir. Bir başka ifadeyle ülkemiz dindarları çözümün değil problemin bir parçası olma yolunda hızla ilerlemektedirler. Ancak iş bu kadarla da bitmemektedir, zira bütün bu gelişmeler bize, başımızdakilerin meselelere ne kadar yüzeysel baktıklarını da göstermektedir. Çünkü: Ülkemiz dindarlığı bilgi ve bilinç temelli bir Müslümanlıktan ziyade, atalar kültüne, birtakım ibadet merasimlerinin ifasına, kulaktan duyma yanlış ve eksik bilgilere dayalı olma özelliğini hala sürdürmektedir. Nitekim Ramazan ayı boyunca ekranlarda boy gösteren ve buna ek olarak çeşitli mahalli ve ulusal radyolardan halka seslenen, gazete ve dergi köşelerinde kalem oynatan bazı medya vaizlerinin İslam adına anlattıklarının büyük oranda bu tür bir Müslümanlığı besler nitelikte olması, bırakın sıradan halkı, bu halkı aydınlatma iddiasında olanların asıl kendilerinin “muhtac-ı himmet dede” olduklarını gözler önüne sermektedir.
İslam’ın Dünya Görüşünü oluşturan temel metafizik ilkelere öncelik vermeyen, bu ilkelere dayalı ahlaki ilkeleri merkeze almayan, sadece bu iki alandan sonra gelmesi gereken “ibadetler” alanına odaklanan, bununla da kalmayıp ibadetleri birer formaliteye indirgeyen bir anlayışın böylesi yüzeysel ve dar kalıplara sıkıştırılmış bir sahte dindarlık üretmesi kaçınılmazdır. Daha vahimi ise bizleri yönetme makamında olanların, ortada gerçek bir dindarlık dahi söz konusu olsa, bunun tek başına yolsuzluk ve dejenerasyonu engellemeye yeterli olduğunu düşünmesidir. Bu mantığa göre insanları dindar fertler olarak yetiştirirsek, toplumdaki ahlaksızlık ve kötülükler kendiliğinden ortadan kalkacaktır. Bu naiv bakış açısının farkında olmadığı iki temel hususa işaret etmeden geçmemek gerekir ki, bunlardan ilki, dindarlık ile dürüstlük arasında zorunlu bir ilişki olduğu yanılgısıdır. Kuşkusuz dindar insanların ahlaklı olma şansı dindar olmayanlara karşı daha fazladır. Ancak bunun, her dindarın mutlaka ahlaklı olacağı anlamına gelemeyeceği çoğu zaman gözden kaçırılmakta, dindar kesimlerin de ahlak dışı uygulamaların girdabına kapılabilecekleri görmezlikten gelinmektedir. Halbuki bizi yönetenler biraz kitap okumaya yönelebilseler de mesela Bilge Kral Aliya İzzetbegoviç’in Doğu ve Batı Arasında İslam adlı eserinde “ Her dindar ahlaklıdır, her dinsiz/ateist ahlaksızdır” şeklindeki bir genellemenin gerçekleri yansıtmadığına dair uyarısını görebilselerdi, bu konuda bu kadar iddialı konuşmaz, yine Aliya’nın ifadesiyle “ buna mukabil, ahlakın en büyük destekçisi daima din’ler olmuştur” şeklindeki daha mütevazi ve ihtiyatlı bir söylemi tercih ederlerdi.

Sistem Ahlakı

Elbette her dindarın otomatik ve zorunlu olarak ahlaklı olmasının söz konusu olamayacağının idrak edilmiş olması durumunda, meselenin sadece kişilerin ahlakına havale edilmesinin mümkün olamayacağı sonucuna varmakta da gecikilmeyecektir. Bu durumda kişilerin ahlaklı olması kadar sistem(ler)in de ahlaklı olmasının önemi kendiliğinden ortaya çıkacaktır. Dolayısıyla gerçek dindarların yönetimde söz sahibi olduklarında ilk yapacakları iş te fertler kadar, hatta ondan da öncelikli ve önemli olarak, sistemi ahlaklı bir hale getirmek olmalıdır. Zira sistem ahlak dışı olduğu sürece, fertlerin ahlaklı olması sadece ahlaksız dindarlar üretmeye yarayacaktır, tıpkı bu günlerde her gün bir yenisi ortaya çıkan yolsuzluk iddiaları gibi. Ne var ki ülkemizde işler tam tersi cereyan etmekte ve sistem ahlakı yönünde adımlar atılacağına, “Nereden buldun yasası” nı yürürlükten kaldırmak gibi, tam anlamıyla “harakiri” sayılabilecek uygulamalar bizzat yönetimin başındaki “dindarlar !” eliyle gerçekleştirilmektedir. Siyasi hareketi için, temiz anlamına gelen kelime ve kavramları seçenlerin, “temiz toplum” konusunda ayak sürümeleri, bu hedefe varmak için bütün gayretini sarf edeceği yerde, “ kendi zengin- ama kirli- sınıflarını” yaratma sürecine girmekten kendilerini kurtaramamaları bu durumun açık birer göstergesi olsa gerektir.

Küresel Sistemin Ahlaksızlığı

Bizi yöneten dindar yöneticilerin eklemlenmeye çalıştığı, ancak gerçek veçhesini tam olarak kavradıklarından emin olmadığım “küresel sistem” in, yani “Küresel kapitalizm” veya “Neo-liberalizm”in ahlak dışı, hatta karşıtı uygulamaları ortada iken, ulusal düzlemde bir sistem ahlakı tesisi etmenin ne ölçüde mümkün olabileceği meselesi de ayrı bir konudur. Zira işgal, sömürü, yıkım ve talan üzerine kurulu bu sınır tanımaz “orman kanunu” merkezli küresel sisteme eklemlenmek istenen ülkelerin kendi sistemlerini ahlaki temellere oturtmaları neredeyse imkansızdır. Hele hele ülkemiz gibi bir İslam ülkesi, bu ahlak dışı uygulamaların elebaşıları olan ülke ve kuruluşlarla işbirliği içerisinde ise ve onlarla birlikte hareket ettiğini övünülecek bir şeymiş gibi ballandıra ballandıra ilan ediyorsa, bu tür yöneticiler ne kadar dindar olurlarsa olsunlar, onların sistem ahlakını gerçekleştirmeleri boş bir hayal olmaktan öteye geçemeyecektir.

Ahlak yerine Etik! Neden?

Başımızdakilerin ağzından pek “ahlak” lafını duyduğumuzu söyleyemeyiz.Yaklaşık kırk senedir memleket meseleleriyle ilgilenen, bu konuda kafa yoran biri olarak, cumhurbaşkanları, başbakanlar, sivil ve askeri bürokrasinin önde gelenleri, hatta Diyanet İşleri Başkanları hakkında, onların birer ahlakçı olduklarını söyleyebilecek yeterli veriye sahip olduğumu söyleyemem. Hatta bizi yönetenlerin ağzından ahlak lafını sık sık duyduğumu hiç söyleyemem. Bu yetmiyormuş gibi, bir de son yıllarda ahlak yerine etik gibi, kamuoyu açısından pek fazla anlamı olmayan bir kavramın kullanılmasında ısrar edilmesi, ister istemez birtakım ahlaksızlıkların üstünü örtmeyi amaçlayan bir kelime oyunuyla karşı karşıya bulunup bulunmadığımız sorusunu gündeme getirmektedir. Üstelik bu etik ile ilgili kurulların bu güne kadar ciddi bir iş yapmamış olmaları, mevcut etik kurullara rağmen ahlak dışılığın sivil ve askeri yönetim alanında hala ciddi olarak kendisini hissettirmeye devam etmesi, bir tür aldatmacayla karşı karşıya bulunduğumuz intibaını ister istemez doğurmaktadır. Ahlak dışı davrananlara “ahlaksız” denmesi, beraberinde bir değer hükmü getirmekte olduğu, daha doğrusu bir toplumsal yargı anlamına da geldiği halde, etik dışı davrananlara söylenebilecek olan “etiksiz” lafı neredeyse hiçbir değerle bağlantısı olmayan, insan üzerinde hiçbir etki bırakmayan, başka bir dünyadan gelmiş garip birşey gibi durmaktadır. Acaba ahlak yerine etik kelimesinin seçilmesinde, ahlaksızların ahlaksızlığını örtme ya da hafifletme amacı olabilir mi? Gavura gavur, hırsıza hırsız diyemediğimiz ülkemizde, korkarım bu gidişle ahlaksıza da ahlaksız demek de giderek imkansız hale gelecektir.
İslam Marks’ın Afyonuna Dön(dürül)üyor !

%99’u Müslüman olduğu söylenen ülkemizde, siyasetin ticaret haline geldiği, mücahitlerin müteahhitlere dönüştüğü, tasavvuf ehlinin tasarruf ehli halini aldığı, israfın, lüks tüketimin, tüketim çılgınlığının, kazandığından fazla harcamanın, şatafatlı ve gösterişli iftar sofralarının, kısacası bir “abdestli kapitalistler” sınıfının doğmaya başladığı, buna mukabil işsizliğin %9-10’larda seyrettiği, fakirlik sınırında 25 milyon insanın yaşadığı, açlık sınırında 2,5 milyon insanın süründüğü, buna mukabil lüks tüketimin arttığı, içki tüketiminin ve uyuşturucu kullanımının baş döndürücü bir hızla yükselişe geçtiği, alkolizmin yaygınlaştığı, özellikle yönetici tabakaların yolsuzluklara bulaştığı bir toplumda, dinin, yani İslam’ın bütün bu ahlaksızlıklara karşı bir başkaldırı kaynağı olacak yerde, kitlelerin bunları kanıksamasını sağlayan bir afyon haline ge(tiri)ldiği veya getirilmek istendiği gün gibi ortadadır.

İslam’ı Yeniden Düşünmek

Aslında İslam Dünyasının genel bir problemi haline gelmiş olan bu tehlikeli gidişata dur demek için gerçek Müslümanların İslam’ın bir afyon haline getirilmesine karşı en kısa zamanda harekete geçmeleri bir hayat-memat meselesidir. Bu yönde girişilecek çabalara yön verecek olan Ali Şeriati’nin “Dine karşı Din” kavramsallaştırması kadar, İslam’ı ulusal, bölgesel ve küresel ölçekli her türlü şer cephesine karşı bir “Direniş” ideolojisi olarak yeniden formüle etme hedefi olmalıdır. Özellikle insanlığın geldiği son nokta veya tarihin sonu olarak takdim edilmeye çalışılan kapitalist-liberal-demokrat Batı’nın “seküler” dünya görüşünün ve bu dünya görüşünün ürünü olan “büyüme modeli”nin insanlığa nelere mal olduğu artık gün gibi ortaya çıktığı gibi, Batı’nın yaşadığı ekonomik kriz de “serbest piyasa ekonomisi” efsanesinin sonunu getirmek üzeredir. Seküler Batı’nın ürettiği iki ana modelden biri olan Sosyalizm’in SSCB elinde çökertilmesinin ardından, şimdi de diğer model olan kapitalizm, ABD eliyle çökertilmek üzeredir. Tarihin bu kritik anında, yeryüzünde âdil, eşitlikçi, insani ve sürdürülebilir bir gelişme modeline, bireysel ve toplumsal ahlak kadar sistem ahlakına vurgu yapan bir yönetim anlayışına, çevre krizine ve tabiatın tahribine yol açmayacak bir kalkınma stratejisine, ezilen ve sömürülen sınıfların, açlık, kıtlık ve sefaletin pençesinde kıvranan geniş kitlelerin sözcüsü olacak bir düzene, insanlığın sonunu hazırlayacak gelişmelere alet olmayacak bir bilim anlayışına, din, mezhep, ırk ve cinsiyet ayrımcılığına karşı “insan” gerçeğini merkeze alan bir bakış açısına her zamankinden daha fazla ihtiyacımız olduğu ortadadır. Garaudy’nin ifadesiyle gezegeni ve insanlığı yok oluşa götüren Batı tipi büyüme modeline karşı insanlığın yeğane kurtuluş ümidi olarak sadece İslam önümüzde durmaktadır.

HENÜZ GEÇ DEĞİL!

Ancak bu İslam ne ülkemizde ne de diğer İslam ülkelerinde afyonlaştırılmaya çalışılan bir İslam’dır, ne de emperyalist Batı’nın arzuladığı türden bir “Ilımlı İslam”dır. Bilakis bu İslam yeryüzündeki her türlü adaletsizliklere, zulümlere, kötülüklere karşı insanlığı mücadeleye davet edecek olan bir “Direniş İslamı”dır; ahlakı merkezine alan ve bu sebeple yeryüzündeki her türlü ahlaksızlığa karşı kesintisiz/sürekli bir savaş açan İslam, – Çakal Carlos’un ifadesiyle – “Devrimci İslam”dır. Bu İslam elbette İslam ülkelerindeki asırların getirdiği tortular altında fosilleşmiş bir İslam olamaz. Bu İslam ancak İslam’ın kurucu metninden ve ilk kurucu tecrübesinden ilham alan, ancak onu sadece taklit etme öldürücü hatasına düşmeyen, çağın gerçekleriyle ve problemleriyle yüzleşebilen dinamik ve yenilikçi bir İslam olabilir. Cemaluddin el-Afgani ile başlayan ve Muhammed İkbal’in “İslam’da Dini Düşüncenin Yeniden İnşası”adlı eserinin başlığında ifadesini bulan böyle bir İslam tasavvurunun inşası yolunda İslam Dünyasında yüz yıldır sergilenen çabalar, muhafazakar kitleler tarafından bloke edilmeseydi, İslam Dünyasının elitleri ve yönetici tabakaları tarafından da ciddiye alınsaydı, bugün Garaudy’nin sözünü ettiği ümit ışığı bütün insanlığı aydınlatıyor, onlara yol gösteriyor olabilirdi. Mamafih zaman henüz çok geç değil. Yeni bir başlangıç yapmak için daima bir ümit vardır, yoksa bile bu ümit yaratılmalıdır. Ülkemiz böyle bir ümidin canlandırılmasına katkıda bulunabilecek ciddi potansiyellere sahiptir, ancak bu potansiyelleri görebilecek göz, duyabilecek kulak, algılayabilecek idrak lazımdır. Şimdilik bu potansiyeller, kendisinin keşfedilmesini beklemektedir. Ülkemiz yöneteniyle yönetileniyle bu potansiyelleri keşfetmeye başladığı anda, yeni bir dünya inşası için yola çıkmak üzere toplumumuz hazır hale gelecektir.