BEGIN TYPING YOUR SEARCH ABOVE AND PRESS RETURN TO SEARCH. PRESS ESC TO CANCEL

Ümran Röportaj: Yükselen Dindarlık Mı?

 

Açıkoturum:

Hayri Kırbaşoğlu- Naci Bostancı- Abdurrahman Babacan- Zafer Özdemir

Zafer Özdemir: Hem bu genel tabloyla ilgili hem de dindarlaşmanın ne anlama geldiği ile alakalı ne düşünmek gerekiyor?

Hayri Kırbaşoğlu: Kanaatimce sorulması gereken soru “İslam dünyasına ne oluyor ?” , temel soru bu. Bu sualin hikâyesi, tabiatıyla Osmanlı’nın çöküşüyle ve ondan sonra yaşananlarla yakından alakası olan bir süreçle ilgili; ama en göze batan tarzıyla 70’li yıllardan sonra Türkiye’de ve İslam dünyasındaki dini alanda yaşanan gelişme söz konusu. Fakat son zamanlarda yapılan tartışmalara ve araştırmalara bakılırsa 70’li yıllardan sonra gerek Türkiye’deki, gerek İslam dünyasındaki İslamileşme alanında görülen gelişmeler kendiliğinden veya sadece toplumsal bir takım ihtiyaçlardan kaynaklanmış değildir; aynı zamanda bu süreçte “Yeşil Kuşak”  projeleri’nin de önemli bir rol oynadığı; Rusya’nın genişleme politikalarına karşı İslam dünyasındaki İslamcı hareketlerin Amerika ve diğer batılı devletlerce ve çevrelerce beslenmesinin de önemli rol oynadığı, özellikle 70’li yıllardan itibaren faaliyet gösteren İslami hareket ve cemaatlerin neredeyse istisnasız tamamının bu Batılı güçler tarafından finanse edildiği şeklinde tartışmalar var. Dolayısıyla bu mesele, iç ve dış birçok unsurun bir arada değerlendirilmesini gerektiriyor. Uluslararası ilişkilerden, dünya düzeninden tutun Osmanlı’nın çöküşüne ve bu çöküşün sebeplerini arayan İslam dünyasındaki aydınlara, Cemaleddin Afgani’den bu yana yüz yıldır çöküşümüzün sebebinin İslam’dan uzaklaşmak olduğunu söyleyen İslamcı hareketlere kadar geliyor. Dolayısıyla siyasi, sosyolojik, toplumsal, kültürel birçok unsurun harmanlandığı bir süreç yaşanıyor.

Bugün gelinen nokta itibariyle Türkiye’de ve İslam dünyasındaki İslam’ın durumunu değerlendirecek olursak; bu amaçla bazı kavramlardan yararlanmak açıklayıcı olabilir. Bunların başında rahmetli Aliya’nın “religion” ile “ed-Dîn”, yani “din” ile “İslam” arasında, yaptığı ayrıma dayalı kavramsallaştırmadan yararlanabiliriz. Aliya’ya göre maddi mülahazaları aşan her şey din/ religion kavramı içerisinde değerlendirilebilir. Bu bağlamda bir marksistin devrim şehitliğinden bahsetmesi tamamen dini alana girildiğini gösterir. Çünkü herhangi bir fedakarlık, maddi mülahazaları aştığı andan itibaren manevi alana giriyor demektir. Bu anlamda Uzakdoğu mistisizmlerinden ve benzeri bütün yaklaşımlardan din kavramı içerisinde söz edebiliriz. Ama Aliya, İslam’ın bu anlamda bir “religion” olmadığını söylüyor; İslam’ın çok farklı bir şey olduğuna ve oryantalistlerin, Batılı araştırmacıların da çok açık, net bir biçimde ifade ettiği gibi mevcut dinler içerisinde dünyaya yönelik talepleri en üst düzeyde olan dinin İslam dini olduğuna dikkat çekiyor. Bu anlamda, hatta bu dünyaya yönelik taleplerine olan vurgusundan dolayı İslam’ın seküler bir din olduğundan dahi söz ediyor bazıları, Batılı kavramlarla düşünerek. Dolayısıyla bu, İslam’ın tabiatıyla da ilgisi olduğunu gösteriyor meselenin. Zira İslami taleplerdeki yükseliş aynı zamanda İslam’ın kendi doğasından geliyor. Bizim için ikinci açıklayıcı kavramsallaştırma, Şeriati’nin “din” ve “karşı din” ayrımına dayalı antagonizmasıdır, karşıtlığıdır. Şeriati’ye göre bir yanda Allah’ın indirdiği din(ed-Dîn) vardır; Hz. Âdem’den Hz. Peygamber’e kadar bütün peygamberlerin müştereken silsile şeklinde insanlara tebliğ ettikleri din; bir de bu dinin tarih boyunca kazanmış olduğu çeşitli şekiller vardır. O’na göre bu ikisinin birbirinden ayırt edilmesi lazım ve fevkalade önemlidir. Dolayısıyla 70’li yıllardan sonra hem Türkiye’de hem de İslam dünyasında yaşanan gelişmeleri bu iki kavramsallaştırma çifti içerisinde değerlendirmek lazım. Bu anlamda özellikle Cemaleddin Afgani’den bu yana, İslam’ın onu koruyacak bir iradesinin, bir merkezinin, bir halifesinin, bir başının olmadığı bir dönemde İslam’ın kendisine yüklenen “bütün insanlığa rehberlik etme” misyonunu yerine getirebilmesi için tekrar eski gücünü, kuvvetini, haşmetini toparlaması gibi bir görevi var ve bu görevin yerine getirilebilmesi için bu entelektüeller İslam’ın yeniden gözden geçirilmesi ve Kuran ve Sünnet eksenine oturtulması gerektiği yönünde çaba sarf ediyorlar. Ve bu çabalar yüz senelik bir geçmişi olmasına rağmen, İslam dünyasının geleceğini İslami hedefler doğrultusunda belirleyecek ölçüde etkili değildir şu anda. Bunun da temel sebebi Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanmasından sonra İslam Dünyasının ulus devletler şeklinde yapılandırılmasında ve yönetici tabakaların belirlenmesinde sömürgeci emperyalist bakışın belirleyici olmasıdır.

Şu anda İslam dünyasına baktığınız zaman Mağrip’ten başlayın Endonezya’ya kadar yönetimleri gözünüzün önünden geçirin; bunların kendi milletlerinin, kendi halklarının iradelerinden ziyade Batılı emperyalist veya bir takım çıkar gruplarının maslahatlarını, çıkarlarını, yararlarını gözeten ve kendi toplumlarındaki İslami hareketlere karşı baskı uygulayan yönetimler olduğunu görürsünüz. Dolayısıyla İslami hareketler hem bu yeryüzünün efendiliği gücünü tekrar geri kazanmak; öte yandan da içeride kendi yöneticilerine karşı İslam’ın tekrar toplumsal alanda serpilip gelişmesini sağlayacak ortamın oluşması için onlarla mücadele etmek zorunda kaldı. Bu süreçte 70’li yıllardan sonraki demokratikleşme çabaları İslami kesim için bir alan açtı, bu alandan yararlanıldı. Beraberinde, hem Türkiye’de hem İslam dünyasında yöneticilerin ideolojik tavırları da İslami hareketi besledi; gerek Türkiye’deki rejimler gerek diğer Baas rejimleri ve diğer tüm rejimler kendileri de ideolojik davrandığı için İslami hareketlerin önünü kesince, bu bir birikim bir basınç sağladı ve patlamaya yol açtı; bu baskıların tersinden İslami hareketlere hizmet eden rolü oldu.

Özellikle Türkiye’de CHP zihniyetinin İslami hassasiyet taşıyan insanlara yaptığı büyük baskılar yetmişli yıllara bir hazırlık işlevi görevi gördü adeta; dolayısıyla Demokrat Parti, ardından Adalet Partisi daha sonra adım adım giderek İslami değerlere daha fazla önem veren siyasi talepler artarak daha fazla ortaya çıktı. Bu talepler önceleri sadece dar kapsamlı dini talepler şeklindeydi biliyorsunuz; ezanın Arapça okunması, Kur’an öğretiminin serbest bırakılması vs. gibi. Özellikle Türkiye’de imam hatiplerin, İlahiyat Fakültesinin açılması – ki Halk Partisi’nin eliyle olan şeyler bunlar- bu gerçeğin kavranmasından sonra olan şeyler. Yani bir şeyi sürekli engelleyerek onu durdurmak mümkün olmadığı için, bunu kontrolümüze alıp kanalize edelim dendi; fakat bu da istenen amaçlara hizmet etmedi. Gerek imam hatipler gerek İlahiyat fakülteleri de iyi vatandaş yetiştirmek için Türkiye’de öngörülen din anlayışı yerine dünyadaki gelişmelere paralel olarak onların da etkisiyle, özellikle Mısır bölgesinden Hint – Pakistan bölgesindeki İslam entelektüellerinin eserlerinde yapılan çevirileriyle, Türkiye’de de İslami talepler sadece bireysel dindarâne talepler olmanın ötesine çıkarak bütün İslam dünyasının, Ümmet-i Muhammed’in tekrar güçlenmesi ve İslami bir dünya görüşünün buna bağlı olarak da bir Müslüman birliğinin oluşturulması çabalarına doğru evrildi.

Bu süreç içerisinde Türkiye’de 70’li yıllardan itibaren büyük ölçüde tercüme kaynaklı eserlere dayalı bir İslam anlayışı gelişmeye başladı. Ancak 80’li yıllarda sonra bir başka eğilim daha yaşandı; bu da İslami hareketlerin İslam dünyasının çeşitli yerlerde güçlenmesine bağlı olarak iktidarda söz sahibi olması ve buna bağlı olarak da iktidarın bozucu etkilerine maruz kalması gibi bir süreç yasandı. Bu İslam coğrafyasının en büyük ve en önemli İslami hareketi olarak kabul edilen, İhvan örneğinde de yaşandı. Nitekim İhvan-ı Muslimin hareketi Hasan el-Benna’nın son derece dindarane amaçlarla başlattığı hareket, şu an geldiği nokta itibariyle bir holding görünümündedir. Bu süreci yani 80’den sonra giderek iktidara şu veya bu biçimde yürüyen İslami hareketlerin yaşadığı bu bozulma sürecini, “mücahidlerin müteahhitlere” , “tasavvuf ehlinin de tasarruf ehline” dönüşmesi şeklinde özetleyebiliriz. Bu süreç hala devam etmektedir; dolayısıyla bugün gelinen noktada gerek Türkiye’de gerek İslam dünyasında sorulması gereken temel soru bu İslami hareketlerin gerçekte ne kadar İslami olduğudur.

İslamiliğin ölçütü nedir? Şimdi benim şahsi kanaatim Türkiye’deki İslami hareketin, halk tipi bir İslami bir hareket olduğudur. Yani Türkiye’deki İslami hareket bir Nurettin Topçu geleneğinin devamı değildir; Necip Fazıl geleneğinin devamıdır. Yine, bir Cemil Meriç geleneğinin devamı değildir; bir Bediüzzaman geleneğinin devamıdır. Süleyman Hilmi Efendi’nin, İskenderpaşalı Mehmet Efendi’nin devamıdır. İşte bu noktada, Afgani’den gelen İslam entelektüellerinin çizgisini Türkiye’de de sürdürmek isteyen kesimler olmuştur; özellikle Sebil-ür Reşat, Sırat-ı Mustakim dergileri, daha sonra İslam Dergisi; fakat bunun devamı gelmemiştir. İşte Hareket Dergisi bunu sürdürememiştir. Bunların etrafında öbekleşmeler, gruplaşmalar olmamıştır; bunun yanında entelektüel bir kitle olmamıştır. Dolayısıyla Türkiye’deki bu İslami hareketin entelektüel bir hareket olduğunu söylemek mümkün değildir. İslam dünyasında nispeten daha entelektüel olabilecek hareketler var ise de bu hareketlerin çok önemli, Türkiye’deki de dâhil, iki önemli zaafı vardır. Bir, bir kere bilimsel bir bilgiye dayanmamaktadır; iki, eleştirel değildir. Dolayısıyla İslam dünyasındaki İslami hareketlerin Türkiye’dekine nazaran nispeten entelektüel olması bizi aldatmamalı.

Temel problem bugün İslamiliğin ölçütünün ne olduğu konusundaki kafa karışıklığıdır. Bir örnek üzerinden konuyu açalım mesela Latin Amerika’daki Kurtuluş Teolojisi hareketi, ya da Che Guevera çizgisi mi daha İslamidir; yoksa işte oluştuğu söylenen ve kapitalist piyasa ekonomisi şartlarına uyum sağlamış olan İslami burjuvazi mi?; Anadolu Kaplanları mı daha İslamidir; yoksa fakir ezilen gariban kitlelerinin sözcülüğüne soyunan samimi sol hareketler mi İslam’a daha yakındır? Mesela, bu noktadan bakıldığında Kur’an-ı Kerim’de zenginlerin malı üzerinde fakirlerin hakkı olduğunu,- sadaka kültürü değil, “hakkı” olduğunu – söyleyen ayet( 70, el-Ma’âric, 24-25) açısından bakıldığında ne diyeceğiz? Öte yandan İslami hareketler içerisinde değerlendirilen birtakım cemaat yapılarının da, ne kadar İslami olduğunun sorgulanması lazım. Yani yukardan aşağıya emir komuta anlayışıyla, talimatla yönetilen, bireylerinin hiçbir zaman özgür seçim hakkı olmadığı, bilakis grup içi manevi baskıların söz konusu olduğu bir yapının ne kadar İslami olduğu, bir yandan İslam’ın hür seçim anlayışına öte yandan ise “Şûrâ” ilkesine ne kadar uygun olduğu ayrıca tartışılabilir. Bir de buna 80’li yıllardan sonra iktidarın bozucu etkilerine maruz kalan ve şu anda çok yoğun olarak yaşanan ve problem haline gelen süreci de kattığımız zaman, ortada İslamiliğin ciddi bir biçimde sorgulanır olduğunu görürüz. İslami kesim, bir yazımızda formüle etmeye çalıştığımız gibi “üç (et)”le imtihan edilmektedir; yani sonu “et”ile biten üç kelimeyle: “rüşvet, şöhret ve şehvet”le. Bu üçüyle imtihanda; yani kadın meselesi, akçeli meseleler ve iktidarın bozucu etkileri, bu üçüne de bugün Müslümanlar direnememektedir. Ama henüz bu yönde Türkiye’de ciddi bir muhasebe, bir hesaplaşma yapılmamıştır. Bunun sebebi de, tam da böylesi  kritik durumlarda bu gibi zaafları gündeme getirerek kendi kendimize gol atmayalım şeklinde  bir mantıktan hareket edilmektedir.Bu olumsuz gelişmelerin giderek daha da artacağı yönünde birtakım tahminlerde bulunmak o kadar da zor değildir. Bu yüzden bu tür olumsuz gelişmlere karşı, İslami hareketin kendi içerisinde eleştirel bir damarı beslemesi lazım.

Naci Bostancı: Şimdi böyle konuşurken benim aklıma bizim geleneğimizde de bir hikâye vardır hani dağdaki ermişle şehirdeki ermiş hikâyesi. Şimdi hocam biraz dağdaki ermişin İslam anlayışını anlattı bu anlamda insanların hayatın içindeyken kendilerini mukayese edecekleri bir hakiki İslam bir saf İslam idealinin olması çok anlamlıdır. Yani insanların kendilerini refere edeceği ve nerede duruyorum diyerek buradan bir muhasebe çıkaracakları bir mükemmel anlatının mutlak suretle olması gerekir. Ama insanoğlunun tarih içindeki yolculuğu hayatın hiçbir döneminde hocamın dediği tarzda bir anlatım biçiminde kitlelerin bulunduğu bir hal yaşanmamıştır. İnsan hep aralarda bir yerlerde olmuştur. Denilir ki ideal gerçeğin düşmanıdır. Olup bitenleri öylesine ideal bir şekilde anlatırsınız ki bu anlatım hocamızın anlattığının ötesinde bir kasıtla değerlendirildiğinde o zaman gerçeklikteki her durum gerçekte daha kötü daha eleştirilmesi gereken, daha zalimane bir şekilde, daha aşağılanması gereken bir duruma gelebilir; buna dikkat etmek lazım. Şunu demek istiyorum şimdi hangi açıdan alırsak alalım esasen onun idealinin gerçek hayatta olmadığını görürüz. İdeal demokrasiyi anlıyorum; ama ideal demokrasi peşinde koştuğunuzda kötü aksak işleyen bir demokrasiyi tu kaka edersiniz ama onun yerine ideal demokrasiyi getiremezsiniz, hatta başka rejimlerin önünü açabilirsiniz. Öyle bir ideal İslami anlatı yaparsınız ki ve bunu öylesine dehşetengiz bir dille sahaya sürersiniz ki oraya yaklaşmaya çalışan her Müslüman korku ve pişmanlıktan dolayı bir türlü ben bunu beceremiyorum diyerek ondan uzaklaşabilir. Öyle bir mükemmel dost tanımı yaparsınız ki hiçbir insan öyle bir dost olamaz, öyle arkadaş olamaz; dolayısıyla kendisini çok kötü hissedebilir. Dolayısıyla bizim hayatımızın gerçeklerinin biraz aralarda bir yerde olduğunun altını çizmek gerekiyor. İkincisi, hocam birtakım örnekler verdi Che Guevera 40 yaşında öldü. Bolivya dağlarında öldü. Eğer hayatı uzasa ve Castro’nun tahtında otursaydı nasıl bir Guevera ile karşılaşırdık bilmiyorum. Nitekim onun silah arkadaşı Castro ömür boyu biliyorsunuz orada oturdu ve hükümran oldu; hem de halka bir kere bile sormadı beni burada oturmaya layık görüyor musunuz diye. Hocam, fakir fukarayla birlikte aynı safta bulunan ama hayat tarzları itibariyle tıpkı bir aziz gibi yaşayan solculardan örnek verdi ama onların silah arkadaşları fırsat bulup burjuva olduklarında başka bir güzergâhta gittiler. Bu bize şunu söylüyor: insanların o hocamın saydığı “et”lerle sınavı çok zalim bir sınavdır; yani o sınavlardan başarıyla çıkabilmek çok kolay bir iş değildir. Dolayısıyla burada yaşanan problemleri eleştirirken denge ve istikrar halini mutlak surette korumak gerekiyor. Ben böyle baktığımda genel hatlarıyla kendisine ilişkin çok çeşitli naiflikler taşımakla birlikte, çeşitli sınavlardan çok kötü notlar almakla birlikte Türkiye’deki gelişmenin, yaşamanın bir tür İslam ile barışma ve hiç şüphesiz geçmişten daha iyi ve daha yüksek bir bilinçle İslam’la buluşma olarak görüyorum. Hem siyasi olarak hem iktisadi elitler bakımından hem de entelektüeller bakımından bilgileri az olabilir ama neyle mukayese ettiğiniz önemli, geçmişte daha azdı. Ben zamanın bu manada çok olumlu bir güzergâhta yürüdüğünü düşünüyorum. İkincisi, İslam coğrafyasındaki iktidar elitlerine ve öne çıkan çeşitli siyasi grupların pozisyonlarına ilişkin eleştiriler önemlidir mutlaka ve bu eleştiriler herkesin kendi durumunu görmesi bakımından bir müzakere zemini de oluşturur. Her tür eleştiri kesinlikle kutsaldır öyle bakmak gerekir. Ama burada da tabi yine bir insaf ve denge halini gözetmek lazım.

Hayri Kırbaşoğlu: Ben o zaman tablo tamamlansın diye izah edeyim, her zaman eleştirelliği tercih ettim ve idealizmden de hiçbir zaman vazgeçmedim. Dolayısıyla idealist bir perspektifi benimsediğim doğru. Hatta her vesileyle yaptığım bütün eleştirileri de ideal nokta-i nazardan yaptığımı söylüyorum. Bence Müslümanların oturup tam da buna karar vermesi lazım. Yani Kur’an’da ve onun hayata aktarılmış şekli olan Hz. Muhammed’in Sünnet modelindeki o ilkeleri esas alarak 21. yüzyılda Müslümanlığı yeniden inşa edebilir miyiz? Bu mümkün mü, değil mi? Şimdi mantıki açıdan bir şey bir defa mümkünse her zaman mümkündür, benim kanaatime göre. Burada bence Müslümanların başarısızlıklarının sebebi yine mensubu bulundukları “halk İslamı” anlayışında. Çünkü mevcut İslam anlayışı, “İslam’ın şartı beştir” gibi  yanlış ve marazi bir dindarlık anlayışından kaynaklanıyor. Çünkü mesela Cihad ve el-Emru bi’l-Ma’ruf’un,”Direniş”in, dinin olmazsa olmaz şartları arasında sayılmadığı bir Müslümanlık,  zaten Batı’nın istediği ılımlı İslam anlayışıdır. Yani namazını kıl, orucunu tut; ama dünyaya ve dünyadaki gelişmelere, yapılan zulümlere, ortadaki adaletsizliklere, yaygınlaşan ahlaksızlığa söz etme. Şimdi İslami hareketlerin durumu, maalesef sayın Naci hocanın iyi niyetle anlamaya çalıştığı kadar masum değil. Ama Türkiye’de zaten Diyanet’in öğrettiği İslam, cemaat ya da tarikatın İslamı, İmam-Hatip’in İslamı, ilahiyatın İslamı “ılımlı İslam”dan farklı mıydı? Hayır, hiç bir zaman ciddi boyutta farklı olmadı maalesef. Ben işte bu İslamiliğin ideal olup olmadığı meselesi üzerinde uzun uzu duruyorum. Dediğim gibi, Müslümanlar takkelerini önlerine koyup düşünmeli, Kur’an’ı merkeze alarak İslamiliğin ölçüt ve kriterlerini tespit etmelidirler. Tabiatıyla Kur’an ve Sünnet’in koyduğu ölçülerin bu dünyada hayata geçirilmek için vazedilmiş olduklarını, bunların gerçekleş(tiril)mesi neredeyse imkansız olan “ütopik” talepler olmadığını, zaten İslam’ın da – tıpkı Hz. Peygamber döneminde başarıldığı üzere- imkansız gibi görüneni başarmak anlamına geldiğini asla unutmamak gerekir.

Abdurrahman Babacan: Var mı böyle bir talep aslında belki bunu sorgulamak lazım. İşte konuşuyoruz, dünyada liberalizm yaygınlaşıyor. Belki bunun bir uzantısı olarak Türkiye’de İslam’ın da görünür hale gelmesinin önü açılmış oluyor. Hani liberalizm yaygınlaşıyor evet, Müslümanlar kendi ibadet yaşamlarında en azından halk için söylüyorum -biraz önce halk İslam’ı dediniz ya-, kısmen buna bilinçli Müslümanları da ekleyebiliriz kendi ibadet yaşamlarında, genel itibarıyla hayat tarzlarında Müslümanlığı bir yaşam biçimi inanç biçimi ve hayat tarzı olarak benimsiyorlar ve bunu deklare ediyorlar ve bunu yaşıyorlar; beraberinde aynı Müslüman zihninin ekonomik anlamda ve siyasal anlamda liberal bir paradigma içersinde olduğunu da görüyoruz. Bu sizin söylediğiniz kaynak çerçeve anlamında tamam; ama halkın üzerindeki etkileri hani halk İslamı dediniz ya oradaki problem ne? Yani, halk İslamı’nın problemli olan tarafı nedir, veya bunu dışlamak mı gerekir?

Hayri Kırbaşoğlu: Dedim ya “İslam’ın şartı beştir” Müslümanlığı suratle terk edilerek, yeniden yeni bir Müslümanlık tasavvuru inşası lazım. Bu aynı zamanda İkbal’in projesi biliyorsunuz. İslam dünyası İkbal’in “İslam’da Dini Düşünüşün Yeniden İnşası” projesini onaylamadığı ve hayata geçirmediği sürece ayakta kalması ve durması mümkün değildir. Çünkü “İbadet” kavramımız dahi “Şeraiti”nin “karşı din” dediği kavramı destekleyecek kadar dar ve kuru. Zira “İbadet”  kulluk demektir ve İslam’a uygun ve İslam’ın gereği olan bütün yapıp etmeleri içerir. Ama günümüzde genellikle “ibadet” deyince; namaz, abdest, oruç gibi hususlar ön plana çıkar, hatta bunlarla sınırlı tutulur ibadet kavramı… İktisat ta yani ticari ilişkiler de ibadet kapsamına alınmadığı sürece, siyasette, yönetimde ve politikada yalan vaatlerde bulunmak da, namazı, orucu, haccı terk etmek gibi, büyük günahlardan biri sayılmadığı, bu alanlarda da İslami ilkelere bağlılık, “ibadet(kulluk)” kavramı içinde değerlendirilmediği sürece ortada çarpık bir Müslümanlık bulunduğundan kuşku duymamak gerekir. Zira  Müslümanın inanç, düşünce ve davranışlarının tamamının ibadet yani kulluk kavramı içersinde yer aldığı, dolayısıyla namazı terk etmekle seçmenlere yalan vaatlerde bulunmak arasında hiç bir fark olmadığı veya adam öldürmekle adam öldürenlerin üstlerini örtmek veya içki içmekle içkiyi engellememek arasında

Şimdi Türkiye de dindarlaşma falan olduğu gerçekte bir şehir efsanesi. Bakın %99’u Müslüman olduğu sık sık dile getirilen Türkiye de içki tüketimi %65 arttı. Alkolizm ev hanımlarında %10, boşanmaların % 65’e yakını ve trafik kazalarının çok büyük bir kısmının içkiden kaynaklandığını  istatistikler söylüyor. Öte yandan gelelim gelir dağılımına. Şimdi Türkiye’de – % 99’u Müslüman deniliyor-  eğer bu Müslümanlar doğru-dürüst Müslüman iseler, imanlarında samimi iseler, o zaman gelir dağılımında bir adaletin olması lazım. Türkiye’de şu anda 2.5 milyon civarında açlık sınırında insan var. 20-25 milyon civarında fakirlik sınırında insan var ve bu toplumdakiler ben Müslümanım diyor. Bu insanlar yani özellikle şu anda İslami burjuva dediğimiz kesimler,  kömür, makarna veya un vererek veya “sadaka kültürü” anlayışına sığınarak bu “Sosoyal adalet” ve “âdil gelir dağılımı” sorundan kurtulduklarını düşünüyorlar. Hayır aslında sadece kendilerini aldatıyorlar, zira İslamiliğin ölçütü şudur; zenginlerle fakirler arasındaki gelir farkı, uçurum ne kadar azalırsa o kadar İslamidir, ne kadar artarsa o kadar gayr-ı İslami’dir. Türkiye’deki milli gelirin ne kadarını kim kontrol ediyor bunun rakamları ortada. Gerçek bir devlet adamı, iyi bir Müslüman ise şunu diyebilmelidir: “Benim en son vatandaşım da ev sahibi olmadan lüks konutlarda lüks bir hayat yaşamayacağım !”

Tıpkı Hz. Peygamberin yaptığı gibi gerçek anlamda “halkçı” bir devlet adamı profili çizmektir Müslümanlık. Hz. Peygamberin devlet başkanı olarak hiç bir imtiyazı, protokolü, koruması, özel kalemi, sarayı, makam arabası yoktu. Günümüzde bu anlayışı makul ölçülerde  gerçekleştirebilecek Müslümanlar yok mu? Var ama, maalesef ülkemizde değil, Bosna-Hersek’te görüldü bu ayarda müslümanlar. Yaşayan en son örnek bilge kral Aliya idi. Aliya’nın  devlet başkanı iken de, savaş şartlarında iken de hiç bir zaman yaşantısında en küçük bir değişme olmamıştır. Etrafına herhangi bir biçimde rant dağıttığı olmamıştır. Ama bugün ülkemizde İslami kesimin bu zenginleşmesinin büyük ölçüde rantiyecilikle, belli ölçüde de kapitalizme eklemlenmekle ve tüketim çılgınlığına boyun eğmekle olduğunu herkes bilmektedir. Özellikle büyük şehirlerde belediyelerde imar planları aracılığıyla birtakım  insanlara bir takım yerlerden rant dağıtıldığı sık sık eleştiri konusu olmaktadır. İslami kesimlerde de siyasetin bir rant dağıtma aracı haline geldiği eleştirisi ise daha da yaygın ve yoğundur. Dolayısıyla günümüz şartlarında artık Müslümanlık yeniden ve dürüst bir biçimde, Kur’an’ın temel ilkeleri doğrultusunda yeniden tanımlanmak durumundadır.

http://umrandergisi.com/yukselen-dindarlik-mi-cn1670.html