BEGIN TYPING YOUR SEARCH ABOVE AND PRESS RETURN TO SEARCH. PRESS ESC TO CANCEL

Röportaj: Prof. Dr. M. Hayri Kırbaşoğlu ile “Problemlerimiz ve Çıkış Yolu” Üzerine Söyleşi

Hazırlayanlar: Yrd. Doç. Dr. İsmail NARİN, Yrd. Doç. Dr. Abdulnasır SÜT

Bingöl Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi Cilt : II  Sayı : 3 Yıl : 2014 / 1

İLMİ HAYATI

Değerli Hocam; Bingöl Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi (BÜİFD) adına sizinle mülakat yapmak istiyoruz.

Öncelikli olarak akademik geçmişinizden bahseder misiniz? Okuduğunuz ve ders verdiğiniz okullar yanında tahsil hayatınızda sizi en çok etkileyen kişiler kimler ya da olaylar nelerdir? Kısaca bahseder misiniz?

Bendeniz Manisa lisesi fen kolu çıkışlı bir öğrenci iken İslam’la tanışıp ilmi olarak bu dini öğrenmek amacıyla İlahiyat fakültesine gözü kapalı olarak kayıt yaptıran biriyim. İlahiyat derken, 1970 li yıllarda lise mezunlarının gidebileceği iki ilahiyat fakültesi vardı. Zira o zamanki yüksek İslam Enstitülerine lise mezunlarını değil sadece imam-hatip mezunlarını alıyorlardı. Lise mezunlarının girebildiği bu iki fakülteden birisi Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi diğeri ise Erzurum Atatürk üniversitesi İslami İlimler Fakültesi idi. Ankara İlahiyat fakültesi o zamanlar da İslami kesimler tarafından rejimin fakültesi ve sapık fikirlerin merkezi gibi görüldüğü için ben de bunun etkisinde kalarak, dosdoğru – daha İslami olarak gördüğüm – Erzurum İslami ilimler fakültesine ön kayıt yaptırmak için Erzurum’a gittim. Ancak orada bazı İmam-hatip mezunu arkadaşlar, benim lise fen kolu çıkışlı olduğum için Erzurum İslami ilimlerin eğitimine ayak uyduramayacağımı ve bu sebeple Ankara İlahiyat’ın benim için daha münasip olduğunu vurgulayarak beni Ankara’ya dönmeye ikna ettiler ve ben de öyle yaptım.

Ankara İlahiyat’a intibakım da pek kolay olmadı, zira lisede dilbilgisi dersini sevememiştim, bu fakültede ise Arapça,Farsça ve İngilizce olmak üzere üç dil öğrenme zorunluluğu vardı ve dil demek dilbilgisi demekti. Bu durum benim maneviyatımı kırıyordu.Özellikle rahmetli Yusuf Uralgiray hocamız imam-hatiplileri esas alarak derslerini işliyor, bizim gibi lise çıkışlılar buna ayak uyduramıyordu. Bunun üzerine – bir arkadaşın tavsiyesi ile –  Arapça hocasının daha babacan ve ders işleme tarzının liselilere daha uygun olduğu söylenen diğer şubeye geçtim. Bu şubede Arapça dersini, hocaların hocası da denen Cemal Muhtar hocamız veriyordu. Gerçekten sempatik ve babacan kişiliği sebebiyle Arapça konusundaki endişelerim giderek azaldı ve ben de başta Arapça olmak üzere üç dil öğrenmekten ürküp fakülteyi bırakacak noktaya gelmişken, tekrar fakülteye ısınmaya ve derslere daha fazla çalışmaya başladım.

Bu esnada memleketim olan Manisa’da başta Hatuniye camii imam-hatibi olan Hasan Basri Okan olmak üzere imam, vaiz ve müftü efendilerin meclislerinden ayrılmamaya ve onlardan istifade etmeye çalıştım. Bu güzel insanlar içerisinde Nurcu gelenekten Sultan camii imam-hatibi Ali hoca, Muradiye camii imam-hatibi İsmail Hakkı hoca ile Süleymancı gelenekten Halit Başer ve Hüseyin Bakır, Erenköy cemaatinden Ahmet Karakullukçu ve bildiğim kadarıyla herhangi bir guruba mensubiyeti bulunmayan Ömer Temizel gibi vaizlerimiz ile Manisa müftüsü – Prof.Dr.  Ali Osman Ateş’in babası – Mustafa Ateş ilk sırada yer alıyorlardı.

Memleketimde bu hocalarımızdan istifade ederken, Ankara İlahiyat’ta muhterem hocamız Mehmed Said Hatiboğlu ile tanıştırılmış olmam benim düşünce dünyamda bir başka dönüm noktası oldu. Bu arada ikinci sınıftan itibaren Ankara Ulucanlar semtindeki Yenicami imam-hatibi Bitlis’li Tahir Silahtaroğlu’ndan  medrese usulü sarf-nahiv öğrenimi görmeye başladım, bununla da yetinmeyip Ankara Hacıbayram camiinin alt kısmında – Ankara Üniversitesi Dil-Tarih ve Coğrafya Fakültesi Arap dili bölümü okutmanı Muzaffer hocamızdan Arapça dersleri aldık. Manisa’da yazları hem Süleymancı gelenekten gelen Hasan Basri Okan hocamızdan hem de Nurcu gelenekten gelen Ali hocamızdan sarf-nahiv, fıkıhtan Lubab ve benzeri dersler almaya devam ettim. Ayrıca fakültedeki Arapça hocamız Cemal Muhtar’ın Irak Kültür Merkezi’ndeki Arapça kurslarına devam ettim.

Arapça öğrenimini sürdürürken, Mehmed Said Hatiboğlu hocamızın gramer ile ilgili bu çalışmaları yavaşlatıp, metin okumaya ağırlık vermem gerektiğine dair tavsiye ve telkinleri benim için fevkalade yararlı oldu. Bu amaçla gerek klasik gerek modern Arapça metinlere ağırlık verdim. Bu amaçla Şerhu Nuri’l-İzah ile Dr.Subhi es-Salih’in “Ulumu’l-Hadis ve Mustalahuhu” ve “Maalimu’ş-Şeriati’l-İslamiyye” adlı eserlerini, İmam el-Gazali’nin “el-İktisad fi’l-İktisad” adlı eserini, bu eserlerin Türkçe tercümeleriyle karşılaştırarak okumaya başladım. Bunların yanında çeşitli Arapça dergi ve gazetelerin diline de alışmaya çalıştım.

Bu noktada gramer ağırlıklı geleneksel medrese öğretiminin aksine benim belli bir gramer öğreniminden sonra ağırlıklı olarak Arapça metinler okumaya yönelmemin isabetli olacağını telkin eden Mehmed Said Hatiboğlu hocamızın bu müdahalesinin fevkalade isabetli olduğunu bilhassa vurgulamak gerekir.

Arapça konusunda bu gelişmeler olurken, İngilizce’de de güzel gelişmeler yaşadım. Öncelikle hocamızın bizim İngilizceye ilgi duymamızı ve bu dili sevmemizi sağlayan yaklaşımına özellikle işaret etmek gerekir. Her zaman kendisini saygıyla andığım Ayşe İnci Güner hocamız “çocuklar bu dil bilme meselesi ülkemizde belli kesimlere ait bir ayrıcalık gibi algılanıyor, ben ise sizlerin – yani bizim gibi Anadolu’nun mütevazı taşra şehir ve kasabalarında gelenlerin – de Batı dillerini iyice öğrenmenizi istiyorum”  diyerek bizleri motive temek için sürekli çaba harcamasını unutamam. Bu motivasyon çabaları etkili olmuş olmalı ki, A-B-C kurları şeklinde üç yıl süren İngilizce öğrenimine rağmen, iki yıl daha onun derslerine misafir olarak girerek İngilizcemi beş yl boyunca sürekli olarak pekiştirmeye çalıştım.

Tıpkı Hacıbayram camii altında Arapça kursu aldığımız gibi, yine Hacıbayram’da Meteoroloji genel müdürlüğünde çalışan ve Batı’da okuduğu için İngilizcesi iyi olan Ali bey ile ODTÜ de okutman olan bir hocamızdan İngilizce dersleri aldım. Bunlara ek olarak Türk-İngiliz Derneği/British Counsel tarafından verilen İngilizce kursunu da tamamladım. Ayrıca ileriki yıllarda SEGEM adlı kuruluşun Sanayi bakanlığı çalışanları için düzenlediği İngilizce kurslarına da katılarak bitirdim.

Hocalarımızın nezaretindeki bu öğrenim faaliyetlerini canlı tutmak ve öğrendiklerimizi pratiğe aktarabilmek için, fakülteye girdiğimden bu yana sürekli ve asla kesintiye uğratmaksızın Arapça radyo yayınlarını takip etmeye itina gösterdim.

Allahın yardımı ve inayetiyle, ilk sene yabancı diller ve bilhassa Arapça yüzünden neredeyse fakülteyi bırakma noktasına gelen bir öğrenci olarak, son sınıfta İbn Kuteybe’nin “Te’vilu Muhtelifi’l-Hadis” ini tercümeye cüret edecek kadar kendisine güven duyan bir noktaya gelmemiz hocalarımız adına fevkalade gurur verici olsa gerektir.

Tabiatıyla 70 li yılların siyasi ve ideolojik atmosferi uyarınca filizlenen İslamcılık ve Şeriatçılık dalgasının etkisiyle pek çokları gibi ben de Şeriat’ı temsil ettiği düşünüle gelen Fıkıh’a yönelip, alanla ilgili literatürü toplamaya başlarken, üçüncü sınıfa geldiğimde kesin bir yön değişikliği yaparak Hadis alanına ağırlık vermeye karar verdim. Bu kararda hem Hasan Basri Okan hocamın yönlendirmesinin hem de  Mehmed Said Hatiboğlu hocamın etkileyici kişiliğinin, sıra dışı ilmi titizliğinin, engin araştırma ruhunun, sarsılmaz hedef duygusunun ve tabii tavizsiz tenkitçi zihniyetinin belirleyici rolü oldu. Hasan Basri Okan hocamın bu konuda bana söylediklerini mealen de olsa aktarmayı da bir vefa borcu olarak görüyorum: “Hayriciğim ! Fıkıh’a iyi kötü bir ilgi her yerde var. Zira medreselerde, Diyanet Eğitim merkezlerinde, ilahiyat fakültelerinde iyi kötü bir fıkıh öğretimi yapılıyor. Fıkıh hemen herkesin ilgi duyduğu bir alan. Ama Hadis – Sünnet alanı sahipsiz, ilgi bekliyor. Bana kalırsa sen gel Hadis alanını seç, bu suretle hem de Rasulullah efendimizin Sünnet’inin bereketine nail olursun! “ .

İşte bu gelişmeler benim akademik kariyerimin de başlangıcı oldu. Artık o andan itibaren hadis alanına dair Arapça, Türkçe, Osmanlıca, İngilizce literatürü maddi imkanlarımızın elverdiği ölçüde toplamaya ve bir hadis kitaplığı kurmaya başladım. Öte yandan Hatiboğlu hocamızdan azami istifade edebilmek için fakültedeki derslerle yetinmeyip fakültede odasında ve daha sonra evlerinde devam eden hoca-talebe ya da üstad-tilmiz ilişkisi giderek gelişti. Yazları memlekete dönerken ya da bir yere giderken daima elime oradaki kütüphanelerde mevcut olan ve benim görmemi istediği elyazmalarının bir listesini tutuştururdu. Bu çerçevede 6000 küsur elyazmasını barındıran Manisa İl Halk Kütüphanesinde pek çok nadir elyazmasını görme imkanım oldu.

Mezuniyet tezi için de işte Manisa’daki bu elyazmalarından olan es-Suyuti’nin Kitabu’l-Bahir fi Hukmi’n-Nebiyyi(s.a.v) bi’l-Batıni ve’z-Zahir adlı elyazmasının tahkikli neşrini önerdi. Bu elyazmasının İstanbul’da iki nüshasını da elde ederek üç nüsha üzerinden tahkik ve tahricini mezuniyet tezi olarak hocama sundum. Mehmed Said Hatiboğlu hocamız daha sonra bu tezi yurtdışında düzenlenen Sünnet ile ilgili bir sempozyuma giderken yanında götürmüş ve Abdulfettah Ebu Ğudde hocaya bir nüsha takdim etmiş. Yıllar sonra bu mezuniyet tezi Mısır’da Daru’s-Selam yayınevi yayınları arasında basıldı, ancak kitabın kapağında mutlaka “Tahte işrâf el-Ustaz ed-Duktur Muhammad Saeed Khatiboglou (tez danışmanı: Prof.Dr. Mehmet Said Hatiboğlu)” ibaresinin yer alması gerektiğini hem yayınevine hem de Ebu Ğudde hocaya rica etmeme rağmen nedense bu ibare yer almadı, ama kapağa Ebu Ğude hocanın ismi kondu, hatta benim bu mütevazı çalışmam söz konusu yayınevinin yayınladığı Ebu Ğudde’nin eserleri listesinde göründü.

Mezuniyet sonrası ise herhangi bir yerde görev almayarak, Hadis alanında başladığım doktora çalışmalarını sürdürmek ve doktora tezi öncesi zorunlu olan dört seminer çalışmasını hazırlamak için bir yıl bir vakıftan aldığım bursla karın tokluğuna geçindim. Daha sonra fakülteye asistan olarak atandım ve Cenab-ı hakk’ın lütfu ile akademik çalışmalarımızı sürdürerek bugünlere geldik.

 

METODOLOJİ

Sahip olduğumuz metotların, anlama ve düşünme biçiminin dini doğru anlama ve yorumlama hususunda yetersiz olduğu, geleneğin üretmiş olduğu düşünceye, metodolojiye sığınmanın ümmetin yeniden kurtuluşu için yeterli olamayacağı tezini paylaşıyorsunuz. Özellikle Hadis alanında bunu ifade ediyorsunuz. Bu bağlamda usul ve asıl anlayışımızı belirleyen uluhiyyet tasavvurumuzda veya inanç ilkelerimizde doğru anlama ve yorumlamalarımıza imkan verecek bir metodolojiye ihtiyaç var mı?

Kesinlikle böyle bir metodolojiye ihtiyaç vardır, özellikle  İslam üzerine fikir üreten ilim ve fikir erbabı için bu ihtiyaç hayati önemde bir ihtiyaçtır. Zira ilk asırlardan beri Müslümanların karşılaştıkları sıkıntıların, sapmaların, çalkantıların ana sebepleri arasında “zihniyet ve metot” konusundaki yetersizlikler ilk sırada yer almaktadır. Tabiatıyla İslam konusundaki bilgi kaynaklarımızın neler olduğu ve bu bilgilerin ilmi değeri gibi konuları içeren “epistemoloji” alanı da metodolojinin ayrılmaz bir parçası olarak aynı kritik önemi haizdir. Daha da ileri giderek diyebilirim ki çağdaş İslam Dünyası, İslam Düşüncesi ve İslami İlimler alanındaki epistemolojik ve metodolojik problemlerine makul ve etkili çözümler üretemediği sürece şu andaki durumu bile muhafaza edemeyecek ve kaçınılmaz olarak tam bir çöküş yaşayacaktır. Nitekim son yüzyılda Batı modernitesinin meydan okumalarına cevap veremeyen ve hemen her alanda tam bir başarısızlık örneği teşkil eden elli küsur İslam ülkesinin giderek kötüleşme eğilimi gösteren siyasi, sosyal ve ekonomik yapıları ve durumları, bu tehlikenin çok ta uzakta olmadığının bir işareti sayılabilir.

Dinî ilimlerde “kadim” ile irtibatımızı nasıl sağlayabiliriz? Bu gün biz Müslümanlar “keşf-i kadîm”i ne kadar başarabiliyoruz? Yenilikçilik ve gelenekçilik kalıplarının günümüz İslâm düşüncesi için sağlıklı bir ayırım mıdır? Eğer, değilse akademik çalışmalarda bu ölçülerin etkisinden nasıl korunabilir?

Niye sadece “kadim”in keşfi?, kadim’in rüçhanı nedir? Bir şeyin “kadim” olması onun değerli, “cedid” olması değersiz olduğu anlamına mı gelir? şeklindeki sorularla işe başlamak son derece yararlı olacaktır. Zira kadim’in Müslümanlar nazarında daima değerli olması ve “cedid”e daima kuşku ile bakılması ilmi ve objektif bir yaklaşım olmaktan ziyade, psikolojik hatta psikopatolojik bir tutumdur. Zira bir fikrin değerinin ve hakikat olma iddiasının ölçüsü onun üzerinden şu veya bu kadar zaman geçmiş olması değildir. Bilakis ölçü bir fikrin dayanaklarının sağlam ve kendi içinde tutarlı olup olmadığıdır, ve tabii aynı zamanda sağlıklı çözümler üretme kapasitesi de bu açıdan önem arz etmektedir. Bu bakış açısından bakıldığında kadim olan ne varsa doğru ve yararlı, cedid olan ne varsa yanlış ve zararlıdır denemeyeceğine göre, mesele kadim veya cedid olanın değil “hakikat”ın keşfi olmalıdır.

Bu yüzden soruyu aslında tekrar şu şekilde sormak gerekir: Müslümanların hakikatı keşfetme arzu, istek ve iradeleri var mıdır? Var ise yeterince güçlü müdür? Bu noktada İslam Dünyasında etnik veya dini-mezhebi her makro, mikro ve nano gurubun hakikati tek başına elinde bulundurduğu iddiasını her gün defalarca ve çeşitli şekillerde dile getirdiği göz önüne alınacak olursa, ortada ciddiye alınabilecek bir hakikat arayışından söz etmenin mümkün olmadığı sonucuna varmak yanlış olmayacaktır.

Mamafih “kadim”in keşfini önemseyenler için şuna işaret etmekte de yarar vardır: Hangi kadim? Gerçekten de kadim’i önemseyenler 14 asırlık kadim’i bir bütün olarak mı sahiplenmektedirler? Yoksa herkes kendi kadim’inden mi söz etmekte, herkes kendi kadim’inin propagandasına mı çalışmaktadır?

Bildiğim kadarıyla mesela Şii, Sünni, İbadi, Mutezili, Zeydi, Sufi, Felsefi bütün kadimleri-aralarında ayırım yapmaksızın- kendi kadimi olarak gören ve bu kadim’i keşfederek ona sahip çıkan  ilim ve fikir erbabı neredeyse yok denecek kadar az İslam Dünyasında.

Bu konuda yeri gelmişken ilgilenenlere duyuralım ki, “Çağa Destursuz Girenler” ve “Üçüncü Yol Mukaddimesi” adlı son çıkan iki kitabımızda burada söylediklerimizi  destekleyen makaleleri bulmak mümkündür.

Günümüz dinî ilimlerin kendilerinden beklenen taleplere cevap verebilmesinin imkanı nedir? Bu bağlamda değişik zamanlarda öğretim üyesi olarak bulunduğunuz Arap dünyası ile ülkemizdeki İslâmî ilimler üzerinde yapılan çalışmaları umut verici buluyor musunuz?

Ne ülkemizde ne de diğer İslam ülkelerinde, İslami ilimler üzerinde yapılan çalışmaların bir bütün olarak bakıldığında pek umut verici olduğunu söylemek mümkün değildir. Daha doğrusu el-Cabiri’nin dediği gibi “hasılı tahsil” ve “malumu ilam” kabilinden  tasviri çalışmalarla ya da bilinenlere tek kelime eklemeksizin yapılan “geçmişi tekrar” niteliğindeki derlemelerle İslam Dünyasının bir yere varması mümkün değildir. Araştırmacı, sorgulayıcı ve tenkitçi bir zihniyet ve metoda sırt çeviren, hatta düşmanlık besleyip buğz eden İslam Dünyasının bu akıl tutulmasının yine el-Cabiri tarafından “geviş getiren akıl” şeklinde nitelendirilmesi hiç te yersiz ve isabetsiz değildir. Hele ülkemizde son zamanlarda İlahiyat fakültelerinde skolastik ve dogmatik zihniyeti yerleştirmek için YÖK eliyle operasyon yapacak kadar gözü dönmüş bağnazların iktidar kurumlarında baş tacı edildiği ülkemizde ümitvar olmak o kadar kolay olmasa gerektir. Mamafih bütün İlahiyat camiasının tek ses  halinde,  yapılmak istenen bu operasyona karşı çıkması ve direnmesi, gelecek konusunda bütün ümitlerin kaybolmadığını da göstermektedir. Ohalde denebilir ki ortada ümit verici bir durum yoksa, o ümidi var etmek hepimizin görevi olmalıdır.

Batıda İslam araştırmaları konusunda yapılan çalışmaların sahiplerinin yani oryantalistlerin normal bir İslam âlimi gibi algılanması sorunu var. Sizce, dinî ilimler alanında yapılan çalışmaların şekillenmesinde bu algının etkisinden söz edebilir miyiz? Oryantalistlerin bu çalışmalarla ifade ettikleri “İslâm düşüncesini inşa etme” sorununa nasıl bakıyorsunuz?

Ben İslam araştırmalarındaki oryantalist etki konusunu iki yönden değerlendirmeyi tercih ederim: Birincisi bu etkinin mahiyeti, alanı ve derinliği; ikincisi bu etkinin sonuçları. İlk olarak ben bu etkinin aşırı bir biçimde abartıldığı, hatta bunun her türlü eleştirel yenilikçi çabayı engellemek için bir söylem olarak araçsallaştırıldığını söyleyebilirim. Bu etki abartılmaktadır, zira ülkemizde bırakın sokaktaki vatandaşı üniversitedeki öğretim üyeleri bile kitap okumamaktadır. Okuduğunu varsaysak bile İlahiyat camiasında Batı dillerinde yayınları takip eden veya edebilecek kadar dil bilen kaç kişi vardır? Tercümeler yoluyla bir etkilenmeden söz edecek olsak bile, Türkçeye tercüme edilen oryantalist çalışmalar fevkalade sınırlıdır.

Ama bütün bunları bir tarafa bırakarak, bu oryantalist etkiyi abartanlara sormak gerekir:

  1. Bu iddia ilahiyat camiasını aşağılamak anlamına gelir, zira oryantalistlerin eserlerini okuyanların aptal ve okuduğunun yanlışlarını göremeyecek kadar kör olduğunu ima eden bir söylemdir.
  2. Bu iddianın altında, Müslümanlar ne yazarsa doğru, oryantalistler ne yazarsa yanlıştır şeklinde marazi bir bakış açısı vardır.
  3. Bu iddia sahipleri oryantalizmi de tanımamaktadırlar, zira İslam üzerine yazan ve Müslüman olmayan her Batı’lıyı oryantalist zannetmektedirler. Halbuki Batı’da oryantalistlerin İslam konusunda yazdıkların ciddi olarak eleştiren gayr-i Müslim pek çok Batılı ilim adamları da vardır.
  4. Kaldı ki bu iddia sahipleri oryantalistleri de tanımamaktadır, zira içlerinde Müslümanları kızdırıp öfkelendirecek şekilde garazkar davrananlar olduğu gibi, kraldan ziyade kralcı deyimini doğrularcasına Müslümanlardan da beter bir iyimserlikle yazanlar, hatta onlara şirin görünmek isteyenler de az değildir. Bir de bu ikisi arasında orta bir yol izleyenlerin varlığını da unutmamak gerekir. Bu konuda da arzu edenler Alternatif Hadis Metodolojisi adlı eserin sonundaki “Oryantalist teknikler” kısmında daha geniş malumat bulabilirler.

HADİS

Öncelikle “Resûlullâh’ın sünneti”nden ne anlamalıyız? Sünnet’in çağımıza taşınması konusundaki tespitlerinizi ve görüşlerinizi bizimle paylaşır mısınız?

Bu ve benzeri soruların  cevabı niteliğinde olmak üzere kaleme alınmış olan İslam Düşüncesinde Sünnet – Eleştirel Bir Yaklaşım –  adlı esere bakılması yeterli olacaktır.

Sizin klasik hadis metodolojisini tenkit ettiğinizi ve yeni metodoloji inşa etme çalışmalarınızın bulunduğunu biliyoruz. Hadis alanında yeni bir metodolojiye niçin ihtiyaç vardır?

Bu iki sorunun cevabı için yazılmış olan iki esere bakılması yeterli olacaktır: İslam Düşüncesinde Hadis Metodolojisi ve Alternatif Hadis Metodolojisi.

Kur’an dışı vahiy hakkında görüşlerinizi öğrenebilir miyiz? Bu bağlamda kutsî hadis literatürünü nasıl anlamalıyız? Hadisin hangi kısmının vahyi hangi kısmının beşeri bir ürün olduğunu tespite imkan var mıdır?

Vahyi insanlara Allah tarafından “ed-Din” olarak gönderilen öğreti olarak tanımlayacak olursak, bu manada Kur’an dışı vahyin son derece sınırlı, hatta yok denecek kadar az olduğunu söyleyebilirim. Ama Allah ile peygamberi arasındaki dua, rüya, ilham, v.b. şeklindeki iletişim kastediliyorsa, bu tür bir iletişim sıradan Müslümanların da yaşayabileceği tecrübeler olarak tamamen “öznel” olmak durumundadır, yani “ed-Din” kapsamına dahil edilmesi doğru değildir. Tabiatıyla Kur’an dışı vahiy konusundaki bilgi kaynaklarımız ağırlıklı olarak rivayet malzemesi tarafından temin edildiği için, usul ulemasının zannilik kategorisinde değerlendirdiği bu rivayetlerin böylesi önemli bir konuda kesin bir bilgi kaynağı olarak kullanılması da pek isabetli olmasa gerektir.

Sahih hadisin kriterlerinden birisi de Sünnet’in Kur’an’la uyumluluğu ilkesidir. Hadis literatürünün oluşum aşamasında bu ilkeye yeterince riayet edildiğini düşünüyor musunuz?

Gerek klasik dönemde gerekse çağdaş dönemde hadis kaynakları ve rivayetleri konusunda yapılan ve yapılmakta olan tartışmalara bakıldığında,  sahabe döneminden sonra bu ilkeye yeterince riayet edildiğini kesin bir dille ifade etmek mümkün değildir. Nitekim usul(Usulu’d-Din ve Usulu’l-Fıkh) uleması dışında bu hususa dikkat çeken hadis imamlarının sayılarının bir elin parmaklarını dahi geçmeyecek kadar az olması da bu tespiti doğrulamaktadır.

Resûl-i Ekrem’in Sünnet’i “nass” olarak kabul edilebilir mi? Nass olarak kabul edilemeyecekse bilgi kaynağı olarak nasıl bir kategori teşkil eder?

Bildiğiniz gibi Sünnet kavramı efâl-i mükellefîn kategorilerinden biri değil, bu kategorilerin tamamını kapsayan ve daha fazlasını da ihtiva eden bir “şemsiye kavram”dır. Hatta İslam Düşüncesinde Sünnet adlı eserde izaha çalıştığımız üzere, Kur’an’ı da içine alan bir model, hem de uygulamalı bir modeldir. Bu bakımdan Sünnet’in Kur’an’a bakan yüzü konusunda daha kesin bir bilgi sahibi olduğumuzu söyleyebiliriz. Sünnet’in nesilden nesile aktarılan tatbikatlarla ilgili kısmında da büyük ölçüde Müslümanlar müttefik olduğundan bu alanda da daha güvenilir bir bilgi kaynağına sahip olduğmuzu söyleyebiliriz. Geriye hadis kaynaklarını ve diğer eserleri dolduran ve “ahad” kategorisinde değerlendirilen “hadis rivayet malzemesi” kalmaktadır. Bu malzeme de bilhassa usul ulemasının geliştirdiği yöntemler çerçevesinde ele alınacak olursa, İslam’ın temel öğretileriyle uyumlu oldukça geniş bir malzemeye de sahip olmuş olacağımızı söyleyebiliriz. O halde Sünnet konusunda bilgi kaynaklarımızı, bu kaynakların hiyerarşisini ve bilhassa rivayet malzemesinin incelenmesinde esas alınacak yöntemleri tartışarak yönümüzü belirlememizin pekala mümkün ve hatta olması gereken bir şey olduğunu söyleyebilriz.

Eserlerinizde “Ehl-i hadis” nitelemesinde daha çok kimi kasdediyorsunuz? Eğer fıkıh ve kelam ekolleri bu nitelemenin dışındaysa, eleştirilerinizin pek çoğunun karşılığının olmadığı söylenebilir mi?

Evet söylenebilir, zaten bu yüzden son yıllarda hadis ulemasının usulü yanında usul-i fıkıh ve usul-i din ulemasının hadis konusundaki metodolojik yaklaşımlarına dikkat çekmeye çalışıyorum. Aslında bunu yaparken ilk başta tartıştığımız “kadim”i keşfetme çabasının nasıl olması gerektiğine de bir örnek verilmiş olmaktadır. Mamafih hadis ulemasının da henüz tam olarak kapsamlı bir incelemeye tabi tutulmadığını söylemek gerekir. Onlar arasında da usul uleması gibi düşünen – mesela el-Fakîh ve’l-Mutefakkıh’taki el-Hatib el-Bağdadi gibi – hadis ulemasının varlığını keşfetmek mümkün olabilecektir.

Ehl-i sünnetin ehl-i hadisten ibaret olmadığını biliyoruz; ehl-i hadisin hadis anlayışına ve hadislerin tespiti metodolojisine yönelik eleştirilerinizi ehl-i sünnetin bütününe teşmil ettiğinizi söyleyebilir miyiz?

Elbette ki hayır ! Hatta dediğim gibi Ehl-i hadis’in tamamına bile teşmil ettiğimi söyleyemem. Ben daha ziyade son asırlarda Sünni İslam Dünyasında yaygınlaşmış olan “egemen hadis anlayışı”na yönelik değerlendirmelere ağırlık veriyorum. Bu sebepledir ki son yıllarda yurt içinde ve dışında verdiğim hadis derslerine İslam Düşüncesi ve İslami ilimler alanındaki makro gelenekler(Şii-Sünni-İbadi, Mutezili-Zeydi) ile mesela Sünnilik içerisindeki mikro geleneklere (Hanefi, Maliki, Şafii, Hanbeli,  Zahiri, Eş’ari, Maturidi, Selefi, Sufi) ve hatta nano geleneklere (Rufai, Nurcu, Süleymancı, Nakşi, İhvancı, Hizbu’t-tahrirci,  Kur’ancı- Mealci, gibi tarikatlere, cemaatlere ve diğer dini guruplara) dikkat çekerek, durduğumuz yeri görmemizi ve ağacı görüp ormanı gözden kaçırma hatasına düşmememizi temin etmeyi kendime adet edinmiş durumdayım. Dolayısıyla ne Ehl-i hadis ne dört fıkıh mezhebi, ne iki kelam mezhebi, ne sufiler tek başına Ehl-i sünnet’i temsil edemez, çünkü Ehl-i Sünnet bunların toplamının adıdır.

Mamafih Ehl-i sünnet akidesinin oluşumunda Ehl-i hadis’in belirleyici rolünü de inkar etmemek gerekir. Bu konuda Ehl-i Sünnet’in Kurucu Ataları adıyla yayınlanmış olan doktora tezimde geniş bilgi bulabileceğinizi de bu vesileyle bilginize sunmak isterim.

Hadis metinlerine yönelik fıkıh ve fıkıh usulü literatüründe yer alan eleştirel ölçülerin geçmişte metin tenkidi yapılmadığı söylemini geçersiz kıldığını söyleyebilir miyiz? Bu bağlamda hadislerde metin tenkidinin pek yapılmadığı eleştiri hususunda görüşünüz nedir?

Önce “geçmişte metin tenkidi yapılmamıştır” şeklinde bir söylem olduğunu ben duymadığımı itiraf etmeliyim. Benim de hararetle savunduğum tez ise “Ehl-i Hadis isnad tenkidine önem verdiği kadar metin tenkidine önem vermemiştir” şeklindedir ki, bu ikisi aynı değildir. Nitekim geçmiş yıllarda çeşitli ilmi mahfillerde bu tezi savunduğumda katı muhafazakar gelenekçi meslektaşlarım bu eleştiriyi “fıkıh ve fıkıh usulü” ulemasının metin tenkidi yaptığını söyleyerek savuşturmaya çalışmışlarsa da, dikkat edilirse ben fıkıhçı veya kelamcılardan değil, hadis alanında egemen olan hadis imamlarının “yeterince” metin tenkidi yapmadığından söz ettiğim için, onların bu savunmalarının bir işe yaramadığını söyleyebilirim.

Hadis külliyatında yer alan bazı hadislerin İslâmî ilimler geleneği içinde de eleştirildiği ve bazılarının zayıf bulunduğu bilinmektedir. Ancak, günümüzde bazı hadislerin mesela “recm” gibi, “gayr-i insanî” kriterine dayanılarak reddedilmesi ve bu yöntemin, daha sonra “el kesme” cezasını içeren Kur’an âyetlerinin de benzer kriterlerle reddedilmesi tehlikesini doğurabileceği endişesine katılıyor musunuz?

Bu endişeler tamamen haksız değilse de, recm konusundaki eleştirilerin de yabana atılacak cinsten olmadığını itiraf etmek gerekir. Sanırım recm cezasının sorgulanmasında bu “gayr-ı insani”lik motive edici bir unsur olmuşsa da, asıl sorgulanma sebebinin metodolojik mülahazalardan kaynaklandığını söylemek mümkündür. Nitekim insani-gayr-ı insani tartışmasının açıkça söz konusu edilmediği ilk asırlarda – mesela Mutezile’nin – bu konudaki rivayetleri tartışmaya açmış olması, meselenin epistemolojik ve metodolojik boyutunun belirleyici olduğunu gösterse gerektir.

Hadislerin sıhhatini tespit konusunda “akla arz” meselesi yeterli bir kriter mi, bu kriterin kendi içinde bazı problemler taşıdığı söylenebilir mi?

İsnad tedkikinin bünyesinde problemleri barındırmadığını kim söyleyebilir? Eğer mesele izafilik/görecelilik meselesi ise,aynı görecelilik isnad ve ravi tedkiklerinde de söz konusudur. Yanlış olan sıkıntıların metin tenkidi ve özellikle akla arz söz konusu olduğunda gündeme getirilmesi, ama isnad ve ravi tenkidi konusundaki sıkıntıların görmezlikten gelinmesidir. Özetle ravi bir insan, raviyi ve rivayetini değerlendiren de yine bir insan olduğu sürece, iki değişkenin birbirleriyle ilgili değerlendirmelerinden değişmez matematik kesinlikte bir sonuç beklemek akla mantığa aykırıdır. O yüzden makul sınırlar içerisindeki problemlere alışmalı, bu problemlerle yüzleşmeli ve çözümü için makul yöntemler geliştirme yolunda gerekli adımlar atılmalıdır. Yoksa “korkunun ecele faydası yok” deyişi uyarınca, hadis rivayet malzemesinin günümüzde yeniden gözden geçirilmesi yönündeki taleplere kulak tıkamakla bu problemler asla ortadan kalkmış olmayacaktır, aksine kartopu gibi giderek büyüyecek ve iş içinden çıkılamaz bir hal alacaktır. Bu sebeple rivayet malzemesi konusundaki sorgulayıcı ve eleştirel çabalara kategorik olarak karşı çıkmak yerine, bu çabaların makul ve ilmi esaslar dahilinde sürdürülebilmesinin imkanlarını hazırlamak daha akıllıca bir yaklaşım olacaktır.

 

FIKIH

Fıkıh ilmine olan ilginiz bilinmektedir. Bunu en bariz bir şekilde Ahir Zaman İlmihali adlı eserinizde görmek mümkündür. Bu eserin, ilmihal literatüründe hangi boşluğu doldurmak veya nasıl bir meydan okumaya cevap vermek için yazdığınız hususundaki görüşlerinizi öğrenebilir miyiz? (Not: Burdaki meydan okumadan kasdımız moderniteyle ilgilidir)

Bu ilmihalin doldurmak istediği boşluğu görmek için önce İslamiyat dergisinin “Türkiye Dindarlığı” dosyasında  yayınlanmış olan “İlmihal Dindarlığının İmkanı” başlıklı makaleye bakmak yeterli olacaktır.

Bu ilmihal hem moderniteye hem de geleneksel İslam anlayışına eleştirel bir şekilde yaklaşarak, 21. yy’da yaşanabilir ve sürdürülebilir bir müslümanlık tasavvurunu inşa etmek amacıyla atılmış mütevazı bir adımdır. Tabiatıyla bu ilmihalin daha önceki ilmihallerden farkını ortaya koyan bir metne internet ortamında ulaşmak mümkündür, o metinde detaylı olarak bu hususlara işaret edilmiştir.

Ahir Zaman İlmihali bize nasıl bir fıkıh tasavvuru sunmaktadır?

Hayatın içinden, hayatı olumlayan, hayatın tamamını kuşatmayı amaçlayan, çağdaş-güncelleştirilmiş, mezhepçi olmayan, bütün mezhepleri ve çağdaş İslam düşüncesindeki gelişmeleri İslam geleneğinin saygın bir parçası olarak gören, Kur’an ve Sünnet merkezli, politik olarak muhalif, entelektüel olarak eleştirel bir kültürü esas alan, gereksiz detaylara ve kılı kırk yarma zihniyetine kapalı, Metafizik alan- Ahlak alanı –İbadetler alanı – Muamelat alanı şeklinde konuları önem ve değer sıralamasına tabi tutan, ilmihallerde ihmal edilmiş olan ilk iki alana fıkhi konulardan daha fazla ağırlık vererek, bozulmuş olan dengeleri yeniden kurmaya çalışan, bu çağın insanına onun dili ve kavramlarıyla hitap eden, çağdaş İslam düşüncesinin ürünlerinden ihmal etmeyi ihmal etmeyen mütevazı  bir başlangıçtır.

Sizi bu eseri hazırlamaya iten sebep ve saikleri düşündüğümüzde müslümanların ferdî ve toplumsal hayatında fıkhın yeniden işlerlik kazanmasının imkanı nedir?

Fıkıh Kur’an ve Sünnet’in sunduğu ilkelerin tarihte nasıl bir bedene büründüğünü gösteren çok önemli bir mirastır. Ancak bugün vurgulanması gereken bu tarihi mirastan ziyade bu tarihi mirasa hayat ve vücut veren “ilkeler” olmalıdır. Daha doğrusu çağdaş fıkhın yeniden inşasında esas alınacak ilkelere, prensiplere, değerlere vurgu yapmak çok daha önemlidir.

Günümüzde Müslümanların fıkıh alanında yaşadıkları sıkıntıların sebepleri nelerdir?

Tabii ki zihni tembellik, formasyonsuzluk, dış dünyada olan bitenleri analiz edememe, vakıadan/realiteden ziyade dini nasslar ve metinler üzerinde duran  eksik ve yanlış bir ilim anlayışı, oplumsal değişim gerçeğinin farkına varamama, eleştirel düşüncenin olmayışı, Kur’an ve Sünnet merkezli bir fıkıh anlayışının tesisi konusundaki gönülsüzlük ve isteksizlik, içtihad ve tecdid kavramı konusunda duyulan soğukluk, bireysel içtihad dönemini kapatıp kolektif ve kurumsal içtihad dönemine intikal konusundaki isteksizlik, disiplinlerarası yaklaşımlara kapalılık gibi sebepler ve daha pek çokları sıralanabilir.

Ülkemizde merî olmayan bir hukuk çerçevesinde içtihad yapmanın pratik değeri bulunmakta mıdır? Dolayısıyla İslâm’ın temel referanslarının yasamada şu aşamada kaynaklardan biri olarak kabul edilme umudu/talebi hakkında düşüncelerinizi öğrenebilir miyiz?

Klasik Şeriat devleti/İslam Devleti iddialarından en azından ülkemizdeki İslamcıların büyük çoğunluğu ve tabii geniş çapta Müslümanlar çoktan vazgeçmiş durumdadırlar. Şu anda mücahitlerin müteahhit olduğu, tasavvuf ehlinin tasarruf ehli haline geldiği,  dindarların “masa – kasa – nisa” peşinde koştukları, giderek “şehvet – şöhret –rüşvet “ şeytan üçgenine yuvarlandıkları bir dönemde bu sorunuzu ciddiye alacak adam bulmak hayli zor olsa gerektir. Dolayısıyla yakın gelecekte böyle bir ümitten söz etmek olsa olsa bir fantezi olabilir.

YÖNETİM

Allah’a, Resûlüne ve sizden olan ulu’l-emre itaat ediniz.” (en-Nisâ, 4/59) âyetiyle ilgili olarak, ehl-i sünnetin yöneticiye itaatle ilgili kanaatlerinin totaliter, baskıcı yönetimlere zemin hazırladığı tezi hakkında ne düşünüyorsunuz?

Bu tezin önemli ve yabana atılmaması gereken bir tez olduğu değerlendirmelerine katılıyorum. Mamafih “sizden” demek sizin de onların da boyun eğmek durumunda olduğu ilke ve değerlere sadakatle bağlılığını sürdüren yöneticiler demektir. Yönetici tabakalar İslami değer ve uygulamalara sadakatten ayrıldıkları anda bu ayetin hükmünün dışında kalırlar ve Hz.Ömer’e “Ey Ömer bir hata yaparsan andolsun seni bu kılıçla düzeltiriz”diyen bir bilincin muhatabı olarak, şiddetli bir muhalefeti hak ederler.

“İstikrar”ın öncelenmesinin gerekliliğini hatırlatan tarihî tecrübe ile bu tez bir arada düşünüldüğünde sizin değerlendirmeniz nedir?

Bu soru gerçekten zor bir soru. İslam geleneğinde mevcut olan siyasi yaklaşımları kabaca üç ana guruba ayırmak  mümkündür: 1)Sürekli devrim Ekolü (Şia ve Hariciler), 2)Sabır Ekolü (Ehl-i Sünnet), 3)Temkin Ekolü (Mutezile). Bunlardan ilki ilkeler ve değerler uğruna istikrarı feda edebilen bir yaklaşımı temsil eder. Ehl-i Sünnet istikrar adına ilkelerin ve değerlerin ayaklar altına alınmasına katlanma yaklaşımını temsil eder. Bugün sivillik, sivil muhalefet, toplumsal eleştiri, baskı gurupları ve örgütlü sivil mücadele gibi kavramlardan da ilham alarak, Mutezile’nin temsil ettiği çizgiye (Temkin) yakın bir politik duruşun tercihi en makul yol çıkış yolu olarak görünmektedir. Bir başka ifadeyle ilke ve değerleri merkeze alan ve iktidarları bu çizgiye getirmek için her türlü örgütlü mücadeleyi, her türlü anayasal ve kanuni hakları sonuna kadar kullanmayı,  grev, protesto, pasif direniş ve benzeri yöntemlere başvurarak yöneticileri hizaya getirmeyi esas alan daha dengeli bir muhalif çizgi, despot ve tiran yöneticilerle mücadele amacıyla yapılabilecek –mevcut şartlarda- isabetli ve uygun bir tercih  olarak görünmektedir.

EĞİTİM VE ÖĞRETİM

İlimle meşgul olan gençlere, özellikle lisans ve lisans üstü öğrencilere nasıl bir çalışma yöntemi önerirsiniz? Başarılı olmanın ve ortaya önemli eserler koyabilmenin sırrı nedir?

İlk adım sevmek, hatta tutku derecesinde ilim ve fikir alanına kendisini adamak. İslami ilimlere olan tutkunun sürekli ve kalıcı olması için motivasyonu güçlendirmek amacıyla Çağdaş İslam Düşünürlerinin eserleriyle tanışmak ve bu eserleri özümsemek. Araştırma ve inceleme yeteneğini geliştirmek için ilmi faaliyetlerin bütün dallarında (telif, tercüme, sadeleştirme, kitap, makale, tahkik-tahric, konferans, seminer, tebliğ , antoloji, v.d.) ürün vermeye çalışmak. Arapça başta olmak üzere İslam medeniyeti dillerini sadece anlamak değil yazıp konuşacak düzeyde çok iyi bilmek, asgari bir batı dilini iyi veya çok iyi düzeyde bilmek. Deve kuşu gibi kafamızı – kuma gömer gibi – kitaplara gömmemek, fildişi kulelerde mahsur kalmamak, dış dünyadaki gelişmelerle ilgilenmek ve takip etmek, mümkünse aktivist olarak İslam dünyasını, hatta insanlığı ve gezegeni tehdit eden küresel gelişmelere karşı mücadele zeminine inmek, bize İslami ilimler mirasını emanet edenlere olan saygı ve sevgimizi eyleme dönüştürerek, bu mirası papağan gibi tekrarlamak veya mirasyedi gibi tüketmek yerine geliştirmek, zenginleştirmek, yenilemek, güçlendirmek….

Ve nihayet, ilim adamlığı şerefini hiçbir şeye değişmemek, ilmi unvanları – pek çok ilahiyatçının günümüzde yaptığı gibi – makam-mevki veya rant-reyting aracı haline getirmemek, sıçrama tahtası olarak kullanmamak, ilmin izzet ve şerefini korumak için ilmi siyasete değil, siyaseti ilme tabi kılmak, kısacası geçmiş ulemamızdan bize miras kalan şu sloganı gelecek nesillere taşımak: İlim Payesi, Unvan, Makam ve Payelerin En Üstünüdür.

İç dünyamda olan bitenleri sizlerle paylaşma imkanı sunduğunuz için sizlere en kalbi teşekkürlerimle.

Bize bu imkanı tanıdığınız için teşekkür ediyoruz.

http://www.bingol.edu.tr/documents/file/bu_MagazineSeries/B%C3%9C%C4%B0F%20Dergisi%203%20Dergi-ef3af3e9-8aec-4768-8ac2-2be3689100bb.pdf