BEGIN TYPING YOUR SEARCH ABOVE AND PRESS RETURN TO SEARCH. PRESS ESC TO CANCEL

Röportaj: İslam’ı herhangi bir mezhep gözlüğüyle görme alışkanlığını terk ederek bütün mezhepleri eşit ve saygıdeğer görmemiz gerekir.

1- Yemen el-İman Üniversitesi Rektörü Şeyh AbdulMecid ez-Zindanî bir basın açıklamasında ve yine el-Ezher Üniversitesi Âlimlerinden Şeyh Ömer İbni AbdulAziz Nur Mescidi’nde verdiği Cuma hutbesinde, Hilâfet’in önemine ve gerekliliğine işaret ettiler. Bu açıklamalara nasıl yorumluyorsunuz?

Biraz ihtiyatlı yaklaşıyorum. Sebebi de şu: Malum olduğu gibi BOP ya da GOP gibi projeler ortaya atıldıktan bir müddet sonra tartışma zeminine iktidar çevreleri tarafından “Yeni Osmanlıcılık” terimi atıldı, ardından “Hilafet” ortaya atıldı, şimdi de bunlar tartışılıyor. Bu tartışmalara göre tepkiler toplanıyor, tekrar bölgeye yönelik projelerin revize edilmesi için bunlar değerlendiriliyor vs. Tüm bu ve benzeri terimlerin hepsinin BOP/GOP’la ilişkili olma ihtimali hayli yüksek. Diyeceğim o ki: Amerika’nın yerine ben olsam, ben de Hilafet hareketini desteklerim. Şöyle ki: Tek tek 52 tane İslam dünyasıyla uğraşmaktansa hepsinin altında toplandığı tek bir çatıyı oluştururum ve bu kurumun başını kontrol ettiğimde de hepsini kontrol etmiş olurum. Amerika’nın hedefi muhtemelen bu. Osmanlıcılık ta da bu, Hilafet’te de bu.

Ama bir meseleye dikkat çekmek istiyorum. O’da: Bu siyasi analizden ayrı olarak Müslümanların da elbette kendi bağımsızlıkları için Avrupa birliği gibi bir İslam Birliği oluşturmayı amaçlamaları, bunun adına Hilafet veya İslam Commonwelth’i denmesinin tali bir mesele olduğu, siyasi, ekonomik ve askeri işbirliği ve bütünleşme çabalarının gündeme alınması gerektiği söylenebilir. Ancak emperyalizmin uşağı ve uzantısı olarak bunu yapmakla, kendimiz için ve bağımsız olarak bunu yapmanın farkına varmak hayati önemi haizdir, dolayısıyla bu ayrımı kesinlikle çok iyi yapmak lazım…

Açıklamalara dönersek; Zindanî, Sünnî kesimi temsil ediyor ve Sünnî bakış açısıyla bakıyor. Öncelikle Zindanî’nin Zeydîlerle, Yemenlilerle barışması lazım. Zira bunu başaramayan bir insanın Hilafet hareketinden bahsetmesi abestir. Çünkü herkes kendi kafasındaki Hilafet’ten bahsediyor: Zindanî Hilafet’ten bahsederken, Sünnî Hilafet’ten bahsediyor. Ezher’deki Şeyh’te yine Sünnî Hilafet’ten bahsediyor. Hâlbuki bizim artık Şiîliği, Zeydîliği, Sünnîliği, İbadîliği, Mutezileliliği… bütün bunları aşan; Müslümanlık ortak paydasında buluşan yeni bir yaklaşıma ihtiyacımız var. Şu anda tarihe gömülmüş zannedilen ana mezheplerin hemen hepsi canlı: Sünnîlik; dört mezhebi, Eşarîsi, Maturidîsi, Selefîsi yaşıyor. İbadîler, Uman’da, Kuzey Afrika’da ve Cezayir’de yaşıyor. İmamîye İran’da, Irak’ta,Bahreyn’de ve Lübnan’da yaşıyor. Zeydîlik, Yemen’de, Mutezile yine yemen’de Zeydilik içinde, keza İsmailîler, Nusayriler v.b. hepsi halen yaşıyorlar. Ayrıca bunun dışında farklı İslamî alt kimliği olan insanlar var. Dolayısıyla bizim öncelikle, İslam’ı herhangi bir mezhep gözlüğüyle görme alışkanlığını terk ederek bütün mezhepleri eşit ve saygıdeğer görmemiz gerekir.

2- Sömürgeci Batı, birçok alanda kendi içerisinde birleşme çabası güderken, Müslümanları devamlı parçalamak istiyor. En son Sudan ve şimdi de Libya. Buna karşı Müslümanların da Hilafet altında birleşmesi gerekmez mi?

Aslında Hilafet’e benzer kurum var; İslam Konferansı Örgütü. İslam Konferansı nedir? En büyük çatı kuruluştur. Dünyada en büyük uluslararası kuruluşlardan birisi  İKÖ’dür. Ama ha var, ha yok! Bakın başkanı ortada yok, teşkilatın ortak askeri gücü yok, dolayısıyla hiçbir yaptırım gücü yok… Önemli olan bir teşkilatı – isterse bu hilafet olsun – kurmak değil, birlik ve işbirliği –dayanışma konusundaki samimiyettir… Bir kere Arap ülkelerinin kendi despotik yönetimlerini merkeze alan yaklaşımlarından ve saltanat anlayışından vazgeçmesi lazım. Keza kendi iktidarları için mezhepçiliği kullanmaktan vazgeçmeleri lazım. Filistin davası konusunda ciddi hiçbir şey yapmayıp bunu kullanmaktan vazgeçmeleri lazım.

3-  Türkiye’nin AKP ile birlikte Ortadoğu’da üstlendiği rol, Müslümanların lehine mi? Yoksa aleyhine midir? 

AKP’nin üstlendiği rol, ABD-AB-İsrail merkezli emperyalist odaklara ”Siz orada durun, sizin yerinize  ne istiyorsanız onu biz yapalım” diyen  birinin haline benzemektedir. Tabi bu arada biz de bu taşeronluktan neler elde edebiliriz düşüncesiyle birlikte. İşte, bölgesel güç olmak gibi bir takım çıkarlar da elde edebilir miyiz, beklentisi. Kesinlikle durum bu… Çünkü göstergeler var. Cumhurbaşkanı, Başbakan ve diğerlerinin belli konulardaki tutumlarına bakalım:

Cumhurbaşkanı da, Başbakan da, biri İngilizlerden, diğeri Siyonistlerden iki tane nişan aldı, ikisi de reddetmedi. Ayrıca Wikileaks belgelerine göre Cumhurbaşkanının başbakan iken ABD ile yaptığı Irak pazarlıkları Taraf gazetesinde yayımlandığı gibi, başbakanın BOP eşbaşkanı olmakla övündüğü de herkesin malumudur.

Yemen olaylarında, Cumhurbaşkanlığı makamına, Başbakanlık makamına, Dışişleri makamına bizzat kendim başvurdum ve “orada katliam yapılıyor” dedim, ama “tık” çıkmadı. Bu konuda samimi olmayan beyanatlar var. Hükümet, Amerika’ya ve Emperyalist Batı’ya direnecek bir durumda değil ve anladı ki, “onlar burayı dizayn edecekler, stratejik ortaklık adıyla biz de bu projede yer alalım veya bazı olaylara müdahil olalım”, diye düşündü ,ama kesinlikle direnme veya bu işe karşı koyma iradesi göstermedi. Ancak yine batı çıkarlarına yarayabilecek şekilde  aracı rolü oynuyor. Mesela Türkiye’nin Suriye’yi İran’dan koparıp İran’ı yalnız bırakma politikasına alet olduğu yorumları bizatihi Arap dünyasındaki siyasî analistlerce yapılıyor. Birtakım vize kaldırma olayı veya bazı Ortadoğu ülkeleriyle yakınlaşmalar da olumlu bir “görüntü sergilemek”ten öteye gitmiyor. Özellikle Türkiye ile Arap dünyası arasında yıllardır yaşanan soğuk ilişkilerden sonra bu gibi bazı adımlar sıcak ve olumlu bir “görüntü” veriyor. O kadar ki, Suriye’de düzenlenen Ortadoğu Politikalarıyla ilgili bir sempozyumda benim Türkiye’nin Ortadoğu politikalarını eleştiren bir konuşma yaptığımda, yüksek rütbeli bazı subaylar dahil birçok katılımcı,“sen nasıl Erdoğan’ı eleştirirsin” diye itirazlarda bulundular. Çünkü onlara göre Devlet Başkanı Esad’la Erdoğan’ın arası iyiyse her şey iyi demektir.

Öte yandan “NATO’nun Libya’da ne işi vardır” deyip de sonra işgalcilerin arkasını kollamak için gemi göndermesi -üstelik Meclis’ten karar çıkmamasına rağmen- tam bir çelişki ve hayal kırıklığı olmuştur. Bunun da hangi mantıkla yapıldığını ben anlamış değilim… Hani şu günlerde çok sık söylenen kartondan, kâğıttan kaplan ifadesi bu gibi durumlar için de kullanır oldu… Bu da bunların gelecek bakımından çok ümit vadetmediğini gösteriyor zaten. Politik olarak da iç politikada biraz gidici oldukları yönünde mesajlar vermesi, Erdoğan’ın gözünü Çankaya’ya dikmesi, bundan sonra birçok milletvekilinin tasfiye edilmesi suretiyle içerde hesaplaşmaların olması falan. Aslında birçoklarına göre bu AKP’nin de Özal’ın partisinin akıbetine uğrayacağını yani yakında dağılacağını gösteriyor. Zaten bunlar birçok ortamda söylenip durulan şeyler… Cemaat için de bunların üçe bölüneceği yönünde söylentiler var. Yani bu da “yorgan gitti kavga bitti” misali rant bitti anlamına geliyor. Bunlar maalesef şu bakımdan üzücü: Niçin Türkiye’de –sivil olsun, resmî düzeyde olsun- uzun soluklu projeler, 50-100 senelik projeler –parti aleyhine de olsa, cemaat çıkarı aleyhine de olsa-, bu ülkenin lehine olabilecek projelerin peşine düşen insanlarımız yok. Esas üzücü olan tarafı o. Özal’ın partisi, kuruldu, yükseldi, ama bir süre sonra gitti, saman alevi gibi, şimdi bu da öyle… Hâlbuki bizim çok uzun soluklu projelere, uzun soluklu davalara siyasi bir vizyonlara, projeksiyonlara, kalıcı politikalara ihtiyacımız var.

4- Siyasi Partilerde fikri liderlik yok. Lider etrafında şahsi birliktelik ve şahsi liderlik var. Bunu nasıl yorumluyorsunuz?

Kesinlikle doğru söylüyorsunuz. Siyaset entelektüel temeller üzerine kurulmadığı, siyaset  felsefesi yapılmadan siyasete girildiği, siyaset particilikten ibaret zannedildiği için sıkıntı buradan kaynaklanıyor. Onun için Türkiye’nin bence bu son gelişmelerin ışığında siyaset düşüncesi, ekonomi, yönetim, her alanda -siyaset felsefesi, yönetim felsefesi, ekonomi felsefesi dâhil-, derin bir dünya görüşü, derin bir felsefî hesaplaşmaya ihtiyacı var. Yani bu dünya daha fazla böyle gidemez. Bu dünya nereye gidiyor? Türkiye nereye gidiyor? Bu da Müslümanıyla-Hristiyan’ıyla, sağcısıyla-solcusuyla, Alevi’si ve Sünnî’siyle, Türküyle, Arabıyla, Kürdüyle vicdanı ölmemiş insanlar bir araya gelmeliyiz, ülkemiz, bölgemiz hatta bütün insanlık için bir yol haritası çizmeliyiz. İlle birileri kalkıp bir proje yapıp da bize dayatmasını beklemeden bu defa biz kendi projemizi ortaya koymalıyız. İşte bunun için de artık sivil toplum örgütleri de, cami derneği, hayır derneği modundan çıkarak stratejik fikir üretim merkezleri kuracak yeni bir döneme evrilmeliyiz. Artık bundan sonra geleceğimiz, bölgemiz, ülkemiz ve dünyanın geneli açısından yeni bir uluslararası düzenin nasıl olması gerektiği üzerinde kafa yormalıyız.

5- Başbakan Erdoğan, eskiden “Haşa Demokrasiyle mi yöneteceğiz?” derken, şimdi ise “Demokrasiye Allah’a inandığım gibi inanıyorum” diyor. Sizce bu değişimin nasıl izah edilebilir?

Sadece Başbakan değil, dün “demokrasi küfürdür” diyenler, bugün “Allah’ın emridir” diye yazılar yazıyor, İslamcı geçinen entelektüeller de böyle diyor. Bu bir savrulmadır. Tabi bunun genel bir adı var. İsmini koyalım: Dünyevileşme. Bir insan “nasıl yaşarsa daha sonra öyle inanır veya onu savunur” derler ya aynen böyle. Bugün İslam’ın içi boşaltıldı, görüntüde İslam var ama bir dünyevileşme yaşanıyor. İşte ben bunu kısaca; “masa, kasa, nisa” olarak formüle edebiliyorum veya “Müslümanın şeytan üçgeni” olarak, “şehvet-şöhret-rüşvet” diyorum. İşte bakın “mücahitler, müteahhit oldu”, “tasavvuf ehli, tasarruf ehli oldu” ve sonuç itibariyle bir dünyevileşme yaşanıyor. Zaten Batı’nın, emperyalizmin yapmak istediği de bu. Senin el-kol kesmen, Şeriat uygulaman hiç umurunda değil, yeter ki, pazar olarak Kapitalizmin pazarı haline gel, tüketim toplumu ol. Emperyalizmin ve kapitalizmin çıkarlarına karşı çıkma… Bunu yaptıktan sonra, “bak seni iktidara getiririm” diyor ve “4×4’lere, lüks konutlara sahip olursun” diyorlar. İşte Başakşehir’de bunlar var… Tam bir savrulma. Bu diğer İslam ülkelerinde de var. Tehlike: Türkiye model ülke olarak sunulurken aslında biraz daha korunmuş olan İslam ülkeleri bu noktada çökertilmek isteniyor. Türk dizilerinin İslam ülkelerindeki bozucu etkileri hepimizin gözünün önünde… Dolayısıyla, Türkiye’nin aslında bir Truva atı işlevi görmek üzere dizayn edildiği bir noktada, Başbakan’ın bu sözlerine çok fazla da şaşırmamak lazım. Çünkü zaten gömlek çıkardıktan sonra “ben İslamcı değilim.” -ki bir Müslümanın bana göre “ben İslamcı değilim” demesi çok tehlikelidir. Çünkü İslam, İslamcılığı gerektiren bir şeydir. Yani Hristiyanlık gibi Müslümanlık olmaz. Bütün oryantalistlerin de ifadesiyle “en dünyevî din” İslam’dır. Yani dünyevi dediği siyasete, yönetime, uluslararası ilişkilere, ekonomiye dair talepleri olan bir din. “Ben İslamcı değilim” dediğin zaman aslında bu çok tehlikeli bir söylem. Ve bunları söyleyen insanlar daha sonra bu yaşadıklarını içselleştirdikleri için maalesef –esas tehlike de bu- onun için Aliya’nın Müslümanların Yeniden İslamlaşması gerektiğini vurgulayan “İslamî Deklarasyonu” adlı eseri, Farukî’nin “Tevhid” adlı eseri ve Ali Şeriatî’nin “Dine Karşı Din” kitabı, Kur’an-ı Kerim’den sonra her Müslümanın bence başucu kitabı olmalı. Özellikle Müslüman aktivistin…

Tabi başka önemli eserler de var ama özellikle bu üçü çok önemli. Çünkü gerçekten biz Müslümanların yeniden Müslüman olmaya ihtiyacı var ve şu anda Türkiye’nin bir İslam toplumu  olduğu söyleniyor, aslında bu bir şehir efsanesi. %99’unun Müslüman olduğu, bu da bir şehir efsanesi. Çünkü birçok insan bir kere açıkça İslamî kimliği kabul etmiyor. Kabul etmediği gibi İslamî kimliği kabul edenlerin de İslamî hayat tarzıyla uzaktan yakından alakası kalmadığını hepimiz gözlerimizle görüyoruz. Dolayısıyla eskiden sadece dış tehdit vardı, emperyalizm vardı, işgal güçleri vardı, gâvurlar vardı, moskof vardı… Şimdi artık içerden de tehdit var, İslam’ın genetik yapısı değiştirilmek isteniyor, bir takım işte hem resmî hükümet planında hem de sivil toplum örgütü aracılığıyla İslam’ın içi boşaltılarak, “ılımlı değil de, uyumlu” Müslüman yetiştiriliyor. Hüsnü Mahalli’nin güzel ifadesiyle: “emperyalizmle, kapitalizmle uyumlu” hale getirilmek isteniyor. Şu anda en büyük tehlike de bu. Yani İslam’ın, İslam’a karşı kullanmak istenmesi yönünde bir çaba var. Bunlara karşı yeni dönemde Müslümanların yeniden Müslümanlığı keşfetmesi yeniden inşa etmesi ve yeniden eskiden İslam dışı kesimlere karşı olan mücadelesini maalesef, içerideki gafil Müslüman kardeşlerine karşı da yeniden başlatması gerekiyor.

6- Liberal Demokratlar, Devrimci Demokratlar, Muhafazakâr Demokratlardan sonra, şimdi de İslamcı Demokratlar ortaya çıkmıştır. Bu kadar farklı düşünce yapılarının hepsinin demokrat olma hevesi sizce nasıl izah edilebilir?

Mesela, İslamcıların İslamcı kimliğini törpülemek için… Çünkü tek başına İslamcı dediğin zaman, İslam’ın talepleri çok açık, net! Tevil götürmüyor. İşte bunu sulandırmak için, enterne etmek için yanına “Müslüman demokrat” gibi yani burada “bu Müslüman ama İslamcı değil, sadece demokrat” gibi… Böyle bir şey oluşturmak isteniyor. Bu da aslında İslamî iddialardan geri adım atmak, vazgeçmek anlamına geliyor. Bundan hiç şüphe olmasın.

Ama şu denemez mi –ben Hasan Hanefi’ye bu soruyu sormuştum ve demiştim ki-: “Batılılar İslam dünyasını çökertmek için Demokrasiyi Truva atı olarak kullanmışlardı. Peki ya biz ne yapacağız?” dedim. “Tam tersine biz yine onların oyununu bozmak için biz yine demokrasi diyeceğiz.” dedi. Ama burada “demokrasi” dediğimiz, Batı’nın dayattığı modelden ziyade, tam katılım demektir, yani İslam dünyasının geleceği konusunda karar vermek iki-üç yöneticinin tekelinde değildir, bizimdir… Ama bunun da bedeli var, sürekli siyaseti takip edeceğiz ve sürekli bunlara karşı hesap soracağız ve sürekli bu sivil protestoyu, muhalefeti, gerekirse mitingleri, protestoları sürdüreceğiz… Sürekli “Bak arkadaş! Biz sizin ensenizdeyiz, yanlış yaparsanız anında sizi iktidardan alır, indiririz” mesajını verecek, sürekli bir tetikte olma hali, alarm halinde olmak gerekir. Bu da çok zor bir şey. Bizim Müslümanlarımız dört senede bir rey verip ondan sonra saldım çayıra Mevla’m kayıra, rahata alışmışlar. Esas seçtikten sonra bu insanların doğru dürüst bizi yönetip yönetmediği konusunda sürekli bizim teyakkuz halinde olmamız lazım. Bu da dediğim gibi, bunun için mekanizmalar geliştirilecekse, sivil toplum, bir tüketici derneği, bu gibi başka şeyler var; keza medya… Çok ciddi bir medyaya ihtiyacımız var. Bizi yönetenler yanlış yaptığında hemen hesap sorabilecek bir medyaya ihtiyaç var. Bu anlamda 3. Binyılda anahtar kavram: sivillik. Yani Ümmet’in kendisi. Yani İslam dünyasının kendisi. “Arkadaş aslolan benim, sen benim hizmetçimsin, hadim devletsin, bana görevini benim istediğim gibi yapacaksın. Yapmazsan senin kulağını çeker atarım” diyebilecek bir bilinç lazım. E burada biz Sünnî itaat kültürüyle yetiştiğimiz için, o kültürümüzü de işte değiştirmemiz lazım. Artık “ imamlar, devlet başkanları ve yöneticiler facir de, fasık da olsa itaat et!”… yaklaşımı bitti, bitmeli, artık o dönem kapanmalı. Fasık-facire de hesap soracağız, bizi yönetenler, bizim gibi İslamî, ahlaki ve insani  kurallara uymak zorunda. Uymadığı takdirde, “miting yaparız, meydanlara ineriz, protesto ederiz, medyada hesap sorarız, köşe yazı yazarız, faks-mail çekeriz ve seni püskürtürüz, bunu bilesin”, gibi bir mesajı yöneticilere vermek şarttır. Hani “Ben yanlış yaparsam ne yaparsınız” dediğinde Hazreti Ömer’e “Seni kılıçla doğrulturuz, Ey Ömer!” diyenler gibi, şimdi bugünün kılıcı, yani muhalefet ve protesto aracı, cep telefonu, faks, imza kampanyaları, mitingler… -dediğim gibi- sıfır şiddet kullanarak bir ülkede yönetimi pek çok konuda yönlendirebilir, değiştirebilirsiniz. İşte Tunus örneği, işte Mısır…