BEGIN TYPING YOUR SEARCH ABOVE AND PRESS RETURN TO SEARCH. PRESS ESC TO CANCEL

MÜSLÜMANLAR’IN ÜÇ “ET” İLE İMTİHANI

 

 “Siyasetçinin, aktif siyasetten ayrıldığı gün,
siyasete girdiği günden daha fakir olması gerekir”

 Atinalı hatip ve devlet adamı İsokrates (MÖ.436-338)

Kırk yıldır İslami değerlerden ilham alarak siyaset yapmaya çalışanların, bugün gelinen noktada tek başlarına iktidara sahip olmuş görünseler de, aslında iktidarın onlara sahip olduğu, iktidarın bozucu, baştan ve yoldan çıkarıcı etkisinden kendilerini korumada başarılı olamadıkları şeklindeki sık sık dile getirdiğimiz eleştirilerimiz karşısında, zaman zaman siyasi ve entelektüel sohbetler yaptığımız bir dostumuzun beni teyid makamında, daha doğrusu meseleyi özetler mahiyette söylediği – doktorun hastasına et yemeyi yasaklamak için yaptığı  tavsiyeye benzer- şu söz, her geçen gün  biraz daha anlamlı hale gelmektedir:

 Üç “et”ten kaçın(ın): Şehv(et), Şöhr(et) ve Rüşv(et) !

Aslında ortada ne bir ne iki ne de üç et var, hatta ortada et diye bir şey de yok , sadece bir kelime oyunu var! Çünkü ortada olan, sonu “et” ile biten üç kelimeden başka bir şey değil: şehvet, şöhret ve rüşvet. Ancak ülkemizde olan bitenleri gördükçe, bilhassa yönetici elitler hakkında her Allah’ın günü bir yenisini duymaya artık alıştığımız yolsuzluk, yüzsüzlük ve ahlak dışılıklar peş peşe ortaya çıktıkça, bu sözün aslında memleketimizin karşı karşıya bulunduğu acı durumu gayet veciz bir şekilde özetlediği kanaatine varmamak mümkün değil. Hadi dinden imandan nasibini almamış, ahiret  ve hesap inancı olmayan, hayatı bu dünyadakinden ibaret gören, manen miyop olan kesimlerin, Allah korkusu olmadığı için, kanunun, polisin, toplumsal baskının olmadığı durumlarda bu üç eti yemesini –normal olmasa da- normal karşılayalım. Peki din-iman davasıyla yola çıkmış olanlara, bunlar içerisinde daha sonra “dava” gömleğini çıkardığını ilan etmiş olanlara bu üç eti yemelerine ne demeli? Hadi bir kısmı “Dava” gömleğini çıkardı diyelim, peki bu gömleği çıkarmayanlara ne demeli? Bu gömleği çıkaranlara gelince, herhalde “din-iman” gömleğini de çıkarmış olamazlar ya!. Peki o zaman nedir İslami(!) kesimin bu üç et ile derdi?

el-Cevap : Müslümanlar sadece siyasi iktidara hazırlıksız yakalanmadılar, aynı zamanda iktidarda İslami değerlere bağlı kalma konusunda da hazırlıksız olduklarını ifşa etmiş oldular. Daha doğrusu Müslümanlar yaşadıkları “zafer sarhoşluğu” nun ardından her alanda kendilerini kuşatan “Dünyevileşme” olgusunun tesirinde kalarak ne yaptıklarını bilemez bir hale geldiler, şımardılar, statükoya eklemlendiler, konformizmin pençesine düştüler. Sakın bu “hazırlıksız  yakalanma” tabiriyle sadece mevcut iktidarı kastettiğimiz zannedilmesin. Bilakis bu ve diğer bütün siyasi iktidarlar kadar, ekonomik, medyatik, bürokratik ve birtakım sosyal iktidar alanlarını ellerine geçirenleri de kastediyoruz. Kısaca bütün tuzu kuru kesimleri, oluşturulmak istenen İslami burjuvaziyi, mücahitlikten “müteahhitlik”e, tasavvuf’tan “tasarruf”a sıçrama yapanları, abdestli kapitalistleri, İslam sosyetesini kastediyoruz. (Elbette şahıslar konumuz dışı; bilakis şahsiyet yapmış olmamak için genel olarak kesimlerden söz etmeyi tercih ettik).

Peki nedir bu şehvet,şöhret ve rüşvet meselesinin altında yatanlar?

Birinci “et” : Şehvet.

Önce şehvet’ten başlayalım:Kadın konusundaki zaaf ahlaki değerleri güçlü olmayan her insan için her zaman söz konusu olan bir durum, ama ahlaki değerleri yücelten bir dinin mensupları için söz konusu olduğunda çirkinliği kat kat artan bir davranış bozukluğu, manevi bir hastalık. Bu hastalığın bu iktidarın İslami kesimde yol açtığı çözülme ve yozlaşma ile gündeme geldiği zannedilmesin. Rahmet okumaktan da geri kalmadığım rahmetli Turgut Özal’ın bu memlekete yaptığı hizmetlerin hakkını ödemek mümkün olmadığı gibi, kapitalist bir hayat tarzına karşı direnci olmayan bu toplumun birden kendisini böyle bir süreç içerisinde buluvermesi, dolayısıyla refah, tüketim lüks ve gösteriş kültürüyle tanışması – küçük Amerika olmaya heveslenmesi – konusunda oynadığı rol açısından da kendisine eleştiri oklarını yöneltmemek mümkün değil. Dolayısıyla 80’li yıllardan sonra ülkemizin hızla bir tüketim toplumu haline gelmesiyle birlikte, İslami kesimde bile “uçkur davaları”nda da bir artış gözlendiği söylenebilir. Bunlardan Müslüm Gündüz- Fadime şahin davası ile Ali Kalkancı?

davasının Ergenekon olayları çerçevesinde planlanmış olduğunu kabul edelim, peki uçkur davalarında Müslümanların hiç suçu yok mu?

Nasıl olmaz? İlk defa, Erbakan hocamızın İstanbul’da bir stadyumda bir Fetih Günü kutlamasında, elindeki bir “İslam Dinarı(!)” ile  herkese takdim ettiği Abdulkadir es-Sufi namlı zatın elini öpmek için kadınların sıraya girdiğini duyunca irkildim. Ardından yine bir tarikat yapılanması olup, “tasavvuf”tan “tasarruf” alanına sıçrama yapan Işıkçılar’ın Enver ağabey’lerinin TGRT’de programa çıkan bazı bayan sanatçılara olan fevkalade özel ihtimam ve iltifatlarına dair söylentiler kulağıma gelince, bunun neyin habercisi olabileceğini fark etmeye başladım. Daha sonraları Ankara’da Öz Elif sitesinde damadının evinde bulunan Esad Coşan hocamızın çıkışında geçtiği yerlere gül sermek için gecenin bir’inde apartmanın girişini doldurup bekleşen kalabalık bir kadın ve kız gurubunu – gerçekten de sadece kadın ve kızlar vardı, tek bir erkek bile yoktu – görünce bir şeylerin ters gitmekte olduğu hissine giderek daha fazla kapılmaya başladım. Bilahare tasavvuf-tarikat bağlantısı olan bir meslektaşımızın fakültede odasına sürekli olarak kız öğrencileri toplayıp halvet olduğuna dair söylentiler işin tuzu biberi oldu. Bu arada başka tuz biber’lerin de bulunduğuna dair söylentiler ortalıkta dolaşıyordu: Daha sonra bir parti de kuran ve Kadiri olduğu söylenen bir zatın sürekli elinin altında  on sekiz yaşını geçmeyen dört hanım bulundurduğuna, bunlardan birisini boşar boşamaz hemen sayıyı dörde tamamladığına ve bu şekilde bir devr-i dâim makinası gibi çalıştığına dair söylentiler aldı yürüdü. Son bir-iki yıldır TBMM koridor ve kulislerinde dolaşanların kulağına, bazı iktidar partisi bakanlarının ve milletvekillerinin sekreter ya da danışmanlarıyla kırıştırdıkları söylentileri giderek daha fazla gelmeye başladı, hatta bunların bir çoğu medyaya da intikal etti. Son günlerde kabinedeki bir bakanın evli olmadığı birisiyle  ve bir Müslüman’a asla yakışmayacak tarzdaki ilişkilerine dair medyaya yansıyanlar ise hafızalarda hala tazeliğini korumaktadır. Buna porno yayın seyreden ve pişkinlikle bunu savunmaya çalışan, ancak yüzüne gözüne bulaştıran “ilahiyatçı” tipler de eklenince işin çığırından çıkmaya başladığı hissine de kapılmaya başladım. Hele, zaten çok önceleri bazı ilahiyat fakültesi öğrencilerini imam nikahıyla adeta kapatma gibi kullandığı, kendisini eleştirenlere ise “sen Şeriat’a karşı mı çıkıyorsun?” diyerek, yaptığını Şeriat’ın gereği olarak gösterdiği anlatılan, daha sonra bu anlatılanları doğrularcasına da geçenlerde uçkur meselesinden alenen suçüstü yakalanan ve hapse konan- Tuksal’ın ifadesiyle, arzu ve sapkınlıklarını din diye tefsir etmeye çalışan – “İslamcı-Şeriatçı” tipler bardağı taşıran son damla oldu. Fakat tam son damla oldu derken, Malezya’da – Soros’çu ve Batıcı olmakla da suçlanan- Enver İbrahim’in eşcinsel olmakla itham edilmesi ve kendisinin tecavüzüne uğradığı iddia eden kişinin bir basın açıklamasıyla bu ithamı doğrulaması ile ilgili gelişmeler, ardından dokuz eşi olan bir Suudi Arabistan’lı ile ilgili, keza İran’da evlilik yaşını kızlar için dokuza indirme çabalarına dair haberler medyaya yansıyınca, bardağı taşıran son damlanın hangisi olduğu konusunda kafamız iyice karıştı. Tabii buna bir de paranın ve iktidarın kaynağı olan İstanbul’da palazlanan bazı İslamcılar’ın eski eşlerini başlarından savıp, yeni eşler edinme veya imam nikahlı ikinci- zira henüz sıra üçüncü ve dördüncüye gelmemiş görünüyor-  hanım alma yolunda hummalı bir faaliyet içerisinde olduklarına dair söylentileri ve dedikoduları eklemek gerekir. Artık siz bir araştırmacı gazeteci gibi hareket ederek, bu ve benzeri gelişmeleri araştırıp listeyi uzatabildiğiniz kadar uzatabilirsiniz.

Dikkat ettiyseniz burada anlatılanların bazılarının canlı şahidi olsam da, diğer bazılarını  ihtiyatı elden bırakmayarak  “söylenti, dedikodu, duyum ve medya haberi” şeklinde nitelendirerek aktardım, ta ki suçlu olduğu kesinleşmeyen bir kişiyi haksız yere itham edip karalamış olma hatasına düşmeyelim. Ama Allah için söylemek gerekirse, bunların tamamı da mı dedikodu ve söylenti; bu dedikodu ve söylentilerin hiçbir gerçeklik payı yok mu? Şayet yok ise, o zaman ateş olmayan yerden duman nasıl çıkıyor? Bunların bir kısmı iddia edildiği gibi komplo da olabilir. Peki ey İslamcı kardeşim, sen bu komploya nasıl oluyor da alet olabiliyorsun, aklın nerede, imanın nerede, haya duygun nerede, Allah korkun nerede?

Şahsi kanaatim odur ki, İslami kesimlerde bilhassa 80’li yılardan sonra kadın ve cinsellik meselesi bir takıntı haline gelmiş görünüyor. Bilhassa İslamcı(!) iktidarlar sayesinde ekonomik olarak palazlanan ve iktidarın rantından yararlanan kesimlerle ilgili bu tür gelişmelere dair dedikoduların, söylentilerin sayısındaki artış ve konuyla ilgili haberlerin daha sıklıkla medyaya yansıması  ortada,  dedikodu ve söylenti boyutlarını aşan, vahim bir gelişmenin mevcudiyetini, dolayısıyla bu “et” ile imtihanda Müslümanların durumlarının pek  iç açıcı olmadığını gözler önüne sermektedir.

İkinci  “et” : Rüşvet

Bu gibi dedikoduların veya acı gerçeklerin daha ziyade iktidarın rantından yararlanarak ekonomik durumunu düzelten – bir diğer tabirle “köşeyi dönen” –  kesimler için söz konusu olduğuna işaret etmiş olmamız sebepsiz değildir. Zira bu tespit, “şehvet” ile “rüşvet” arasındaki ilişkiye de ışık tutacak niteliktedir. Elbette buradaki “rüşvet” ten kastımız sadece malum rüşvet meselesi değil; bilakis meşru olmayan, rantiyeciliğe, nüfuz istismarına, kayırmacılığa ve usulsüzlüğe dayanan, İslami değerleri ayaklar altına alma pahasına elde edilen bütün kazanç ve gelirleri sembolize eden bir “et”tir. Tıpkı kadın ve cinsellik konusunda İslami kesimin gevşemesi, savrulması ve bu “et” ile olan imtihanda zorlanması gibi; “rüşvet” konusunda da zor bir imtihandan geçtiği, ancak bu imtihanda da pek başarılı olamadığı rahatlıkla söylenebilir.

Önce duyum ve söylentilere bir bakalım: Biraz gerilere giderek, eski DİB başkan vekillerinden birisinin (aklımda kaldığı kadarıyla Yaşar Tunagür’ün ) – adı galiba Standart Oil olan- bir petrol şirketi ile ilişkisi ve yine eski bakanlardan Korkut Özal’ın petrol şirketi ve ticaretinden elde ettiği servetleri, SP genel başkan yardımcılarından birisi hakkındaki yüzlerce-binlerce villalık arazileri kapatıp sahiplendiği, bir ilahiyatçının da bu konuda daha küçük çaplı kapatmalar gerçekleştirdiği konusundaki söylenti ve dedikodulardan başlayarak, yakın zamanda bir parti kurmak üzere yola çıkan eski İstanbul Büyükşehir belediye başkanı Ali Müfit Gürtuna’nın tartışmalı serveti ve bazılarının ağzındaki “Türkiye’nin Berlusconi’si  Tayyib Erdoğan” eleştirisi ile devam edelim. Ankara’lı olmayan bir yakınımın Ankara’da, fazla değil sadece bir hafta kaldıktan sonra, Büyükşehir Belediyesi hakkındaki genel kanaatin  “Adam (İbrahim Melih Gökçek) çalıyor malıyor ama hizmet te ediyor” şeklinde yaygın olarak ifade edildiği yolundaki tespitini ilave edelim. Büyükşehir ve diğer belediyelere de iş yapan, ilahiyat kökenli bir müteahhit tanıdığımın itirafı olan: “Hocam harama bulaşmadan iş yapmak mümkün değil!” sözü ile örnekleri sıralamayı sürdürelim. Eleştiri ve muhalefet hakkını mahfuz tutmak ve diyet ödemek zorunda kalmamak için “temiz finans destek” arayışında bulunan sivil kesimlere, iktidara yakın çevrelerce genel olarak yapılan tavsiye şu: “Ne uğraşıyorsunuz, gidin … belediye başkanına, ihale verdiği firmalardan birine “şuraya şu kadar yardım yapın” desin, meseleyi halledin”. (Arada bir de İslamcı olmayanlardan örnek verelim: Daha önce CHP’de olup ta AKP’ye geçen ve milletvekili seçilen bir dostumuzun, neredeyse iflas etmek durumunda kalan şirketi duyduğuma göre şu anda şahlanmış bir vaziyette ihaleden ihaleye koşuyormuş!).

Önceleri nüfuz istismarına ve adam kayırmaya örnek verebileceğim ve yakından tanıdığım tek örnek, adeta bir aile şirketine dönüştürülmüş olan Diyanet Vakfı iken- bu vakfın geçmişini inceleyip, yönetici kadroları ile vakıfta çalışanlar, vakıf imkanlarından yararlananlar ve kurulan paravan şirketlerde çalışanlar arasındaki akrabalık ve hısımlık ilişkilerine bir göz atmak yeterli olacaktır- , şimdilerde örnek bulmak o kadar da zor değil. Sadece iktidar ile iktidara yakın çevrelerdeki yönetici tabakalar arasındaki akrabalık ilişkilerini masaya yatırmak yeterli.

İktidar Zenginleri

Öte yandan Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün oğlunun “Mısır” şirketi, küçük yaşına bakılmayarak ticaret odasına kaydının yapılması, Recep Tayyip Erdoğan’ın oğlunun “Gemicik”i, damadının, yönetiminde yer aldığı şirketler ve bu şirketlere hükümetin desteği, bilhassa Çalık gurubuna olan özel destek, Abdullah Gül ve Recep Tayyip Erdoğan’a verilen ve 250 dolar sınırını geçen hediyeler, (Medyaya malzeme olan, Emine Hanım’ın 60-70 milyarlık yüzüğü ile Hayrünnisa hanımın süperlüks ayakkabıları bu kategoride değerlendirilebilir mi, takdiri okuyuculara bırakıyoruz), yine hükümetin kayırması sonucunda Bayraktarlar’ın palazlanması, hatta tabir caizse “obez” hale gelmesi, Kemal Unakıtan’ın oğlunun “Yumurta” şirketi, AKP milletvekili iken  Nevzat Yalçıntaş’ın oğlunun İstanbul Ticaret Odası başkanı yapılması, Erbakan hocanın oğlu Fatih’i partinin başına geçirmek istediği şeklindeki söylentiler; İbrahim Melih Gökçek’in oğlunu Çankaya belediye başkanlığı yapmak için hazırlıklara hız vermesi, Hüseyin Çelik’in biraderinin MEB ihaleleri ve alımları sayesinde dört köşe olduğu gibi, medyaya yansıyan birtakım iddialar ya da gerçekler de  görmezlikten gelinecek gibi değil. Buna bir de her ilde palazlanan iktidar partisi zenginlerini de mutlaka eklemek gerekir. Ülker gurubunun 28 Şubat sürecinde orduya  mal satmak için ASAM adlı merkeze hatırı sayılır bir meblağ tutarınca katkıda(!) bulunduğu yolundaki yaygın söylenti ise “rüşvet” meselesinin bir başka boyutuna dikkatlerimizi çekmektedir.

Gelelim üçüncü “et” olan  Şöhret’e!.

Şöhreti de rüşvet gibi geniş anlamda ele alarak, onu, makam-mevki hırsı, sınıf değiştirme ve atlama kompleksi, lüks tüketim hevesi, gösteriş ekonomisi, marka fetişizmi, imaj değişikliği merakı, içinden geldiği İslami kesimi beğenmeme, iktidarını sürekli kılabilmek için konformizmi, düzene eklemlenmeyi göze alma, bu sebeple gömlek çıkarma, İslamcılıktan vazgeçip “muhafazakarlık” a tav olma, statüko konusunda kraldan ziyade kralcı olma, “her şeyi bilirim” den “megalomani” ye kadar varan büyüklenmeler, “ananı al git” demeler, gerek lisan-ı hal,gerek lisan-ı kâl ile İslam’a ve Müslümanlara buğz u adaveti meslek edinmiş olanlara yaltaklanmalar, yaranmalar, onlara ödüller, gülücükler ve öpücükler dağıtmalar, saygı ve sevgiler sunmalar, onların takıldığı mekanlara abone olmalar, sosyetelerine üye olabilmek için yırtınmalar ve daha neler neler… için bir sembol olarak görmek pek te yanlış olmasa gerektir.

Megalomani teşhisi rahmetli üstad Necip Fazıl’dan Necmeddin Erbakan’a birçok ünlü İslamcı için yapıla gelmiştir. Her ikisi de bu yüzden kendilerine bir şey öğretilmesini pek sevmezdi. Ama İslamcıların beğenmedikleri rahmetli Turgut Özal öyle değildi, her türlü bilgiye açıktı, “bir bilen” değil sürekli “öğrenen” ve “kendisini yenileyen” olmak isterdi. Erdoğan da – Korkut Özal’ın dediği ve benim de şahsen katıldığım ve ondan önce sık sık tekrarladığım gibi- tamamen Özal politikalarını taklit ettiği halde, nedense bu konuda Özal’ın yolunu izlemede pek istekli görünmüyor. Özal gibi halk ile güçlü bir pozitif elektriklenme içerisinde olmasına rağmen, Erdoğan’ın Özal’ın bu yönünü ihmal etmesini, depreşen bir “megalomani” ile izah etmek akla pek te ters gelmiyor.

Ama herhalde  “şöhret”  “et” ini yemede hiçbir kesim “İlahiyatçılar” ile yarışamaz, onların eline su dökemez. “Rutbetu’l-İlmi  a’lâ’r-ruteb(İlim payesi makamların en yücesidir)” diyen bir geleneğe mensup bazılarının, daha kendi alanlarında kendilerini ispat etmeden, İslami ilimler geleneği binasına doğru dürüst bir tuğla eklemeden, bu ilim payesini sıçrama tahtası olarak kullanıp, politik ve bürokratik makam ve mevkilere(dekanlık, rektörlük, YÖK üyeliği, Diyanet İşleri başkanlığı, milletvekilliği ve nihayet bakanlık) ulaşma hırsı ile yanıp tutuşmasını anlamak mümkün değil. Mevcut hükümette bu tip İlahiyatçı enflasyonu yaşandığını söyleyecek olursanız bilin ki, asla abartıda bulunmuş olmazsınız. Hele ömründe bir defa olsun tiyatroya gitmediği halde Devlet Tiyatroları Genel Müdürü olmak isteyen ve bu görevin üstesinden gelebileceğini ısrarla iddia eden İlahiyatçıların bile bulunduğunu  söylesem, dediklerime dünyada inanmazsınız. Makam- mevki devşirme hastalığının sadece mevcut iktidara yakın olan ilahiyatçılarla sınırlı olmadığını da hatırlatalım. Zira tam tersine, birtakım makam ve mevkilere gelebilmek ya da mevcut makamını muhafaza etmek ya da yükseltmek için 28 Şubat sürecinin mimarlarına destekçilik, hatta yalakalık yapan ilahiyatçıların varlığını da unutmamak gerekir. Bunlardan bazılarının daha sonra İslam konusunda tavrı malum olan CHP içinde siyasi faaliyet yürüttüğünü de hatırlamakta yarar vardır. Dahası, bazı ilahiyatçıların, son zamanlarda ortaya çıkan ve kendilerini Ulusalcı olarak nitelendiren Ergenekoncu çevrelerle işbirliği içinde olma ihtimali de sizi asla şaşırtmamalıdır. Bir askeri ihtilal olur da AKP iktidardan “defedilirse”, kurulacak yönetimde bize de pastadan pay düşebilir diye ümitlenen bu gibi ilahiyatçılar kadar, İlahiyatçı camiadaki “mürid-i mürted” geleneğine de işaret etmek gerekir. Mesela  önceleri İskender paşa müridi iken, başka yerlerde ikbal ümidi doğduğunda – bilhassa Erbakan – Coşan çekişmesinden sonra – anında dergahına sırtını çeviren, sırt çevirdikten sonra, önce Milli Görüş partilerine yanaşan, orada da işi bittiğinde, onu da bırakıp ANAP’a, onu da sattıktan sonra AKP’ye kapağı atan ilahiyatçılar içerisinde, mevcut hükümette şu anda üst düzey bürokrat makamını işgal edenler bile var.

İlahiyatçıları bırakıp tekrar “makam-mevki hırsı” ile yanıp tutuşan diğer Müslümanlara dönelim.Allah’ın kendilerine bürokrasinin en üst makamlarına çıkmayı nasip etmesine, ardından milletvekili ve bakanlık koltuklarına oturmalarına rağmen, tekrar bakan veya üst düzey bürokrat olamayınca, bu nimetleri bahşeden Allah’a şükredecek ve kanaat makamını tercih edecek yerde, kendi kendilerini yiyip bitiren, yemeden içmeden kesilen, dünyaya küsen, kendi bakanlık döneminin değerlendirmesini kendileri yapıp, başkalarının değerlendirmelerine ihtiyaç bırakmayan şahsi dostlarımın bu durumları  bile, bu “şöhret”  “et” inin ne kadar zehirli olduğunu görmek için yeterlidir.Yine şu veya bu partiden milletvekili olup ta milletvekilliği sona eren ve tekrar aday olup seçilemeyen bazı Müslüman kardeşlerimizin, anında partilerinin aleyhine geçmelerine ve başka partilerde ne pahasına olursa olsun adaylık peşinde koşmalarına ne demeli? Buna bir de sık sık rastladığımız bir başka hususu, parti içindeyken parti aleyhine tek kelime etmeyen Müslüman kardeşlerimizin, partiden ayrılır ayrılmaz, eski partisinin aleyhine bülbül kesilmesini de muhakkak eklemek gerekir. (Bu davranış acaba İslam ahlakının hangi esasının bir gereği olabilir?). İslamcı yazılı-görsel medyada acemiliğini atıp biraz da palazlandıktan sonra “İslamcılık karşıtı” cenaha transfer olan medya mensuplarını, gazetecileri(!)sanatçıları(!), yazarları(!) da unutmamak lazım. Bunların yanında hafif kalan, dün “Demokrasi İslam’a aykırıdır, şirktir” deyip, patronlarının rızasına ters düşmemek için bugün “Demokrasi İslam’a uygundur, hatta Allah’ın emridir” diyerek “u” dönüşü yapanları, yani “dün dündür, bugün bugündür” diyenleri- saymakla bitmeyecek kadar çok olduğu için – tek tek saymaktan vazgeçiyorum. Yine cemiyetçiliği, vakıfçılığı, sivil toplumculuğu, kişisel politik ve bürokratik çıkarları için bir sıçrama tahtası yapanları da – en az diğerleri kadar çok olduğu için – tek tek saymıyorum (Ama merak gidermek bakımından mesela MTTB, Birlik Vakfı ve Yazarlar Birliği çevrelerinde bu gibi örneklere rastlanabileceğini söyleyebilirim).

Bana göre her birisi bir ilkesizlik, asli değerlerinden uzaklaşma ve “makam-mevki” düşkünlüğü örneği olan bu gibi gelişmelerin İslami kesimlerde hızla artması, aslında varlığı bile şüpheli olan “Müslümanlığımızın kalitesinin” giderek yerlerde sürünmeye başladığını, daha doğrusu gerçekte “nominal bir Müslümanlık” ile karşı karşıya bulunduğumuzu gösteren vahim gelişmelerdir.

Bu “üç et” meselesi, Türk Milletini kastederek “Bu Müslümanlık bize kalın geldi yâ Rasûlallah!” diyenleri haklı çıkardığı gibi, adeta şöhrette meşhur Hacı Bekir lokumları ile  yarıştırılır hale gelen meşhur “Türk İslamı” şehir efsanesini uyduranları da mahcup eden bir  mesele.

Birkaç yıl önce, BOP, GOP, GOKAP, Iİ(Ilımlı İslam), Aİ(Avrupa İslam’ı) gibi projeler ortaya çıktığında “inşallah önümüzdeki dönemde Müslümanlara karşı da mücadele etmek durumunda kalmayız” dediğimi iyi hatırlıyorum. Şimdi bu sözü yeniden ama bu defa  “Müslümanlar’ın üç (et) ile imtihanı” açısından tekrarlamak durumunda kalmayız inşaallah.

Hulasa, “Şehvet – şöhret – rüşvet”  Şeytan üçgenine dair burada anlatılan ve anlatılmayan pek çok olay, ya tamamen, İslami kesimde “Şeytan’a uyanlar” ın gemi azıya aldığının bir  göstergesidir, ya da bizzat bizim de itiraf ettiğimiz gibi, bir dedikodu ve karalama olmaktan öteye geçmeyen söylentilerdir. Bu ve buraya sığmayacak kadar olan bu gibi konular şayet gerçek ise, bugün “Tüyü bitmemiş yetimin hakkını yedirmedik, yedirmeyeceğiz.  Aksi varsa bunu da aramızda barındırmayacağız” (Hürriyet, 24.8.2008)  sözleriyle kamuoyuna dürüstlük ve şeffaflık garantisi veren Başbakan, bu sözüne uygun fiili adımlar atmadıkça, parti içinde ve iktidarı çevresinde öbeklenmiş olan yiyicileri temizlemedikçe, çalıp çırpanlara hesap sormadıkça  “âyinesi iştir kişinin lafa bakılmaz” kuralının kendisi için de geçerli olacağından kuşkusu olmasın. (Başbakan samimi ise,bu nu İsokrates’in yukarıdaki sözünün gereği olarak AKP iktidarının siyasetçi ve bürokratlarının servetlerini mercek altına alarak ispatlama cihetine gidebilir. Başlangıç olarak ta Yunan siyasetçilerin “nereden buldun” yasası – bizde bu yasa nereye gitti?- gereğince parlamentoya sundukları 1996 ile 2006 yıllarındaki servet beyannamelerini kıyaslayan ve 10 yıl içinde ne kadar zenginleştiklerini rakamlarla ortaya koyan Ta Nea gazetesinden (Hürriyet(Cumartesi), 23.8.2008) daha sorumlu olduğunu gösteren müspet adımlar atabilir, atmalıdır).

Üç et” olaylarından aslı astarı olmayanlara gelince, bunların birer söylenti ve dedikodu’dan öteye geçmediğini söylemenin çözüm olmadığını da burada hatırlatmakta yarar vardır. Zira İslami kesim etrafında  bu gibi “söylenti ve dedikodular” ın  bırakın “vukuunu”, “şuyu”nu  bile bir felaket saymak lazım.Yoksa “Şuyû’u vukû’undan beter” sözünü manidar kılan, bu “üç et” meselesinden daha vahim ne olabilir ki?