BEGIN TYPING YOUR SEARCH ABOVE AND PRESS RETURN TO SEARCH. PRESS ESC TO CANCEL

NURETTİN TOPÇU 100 YAŞINDA: 1. TÜRKİYE AHLAK ŞURASI

Aslında bu toplantıyı bir önceki yazımızda işaret etmeye çalıştığımız üzere, sadece yöneticilerimizin ve İslami kesimin Topçu’ya nasıl sırt çevirdiğini ortaya koyan bir gösterge olarak değerlendirmek yeterli değildir. Zira bu toplantı, aynı zamanda ülkenin nereye doğru gitmekte, bilhassa sözüm ona İslami kesimlerin nasıl bir imtihan geçirmekte olduğu konusunda da önemli ipuçları sunan bir gözlem evi, bir toplumsal laboratuar görevi de gördü benim için. Bu defa da sizlerle bu gözlem ve müşahedelerimi paylaşmaya çalışayım.

İSLAM AHLAKI

Hemen belirtelim ki toplantı Nurettin Topçu anısına düzenlenmiş olsa da, bütün tebliğler Topçu üzerine değil ama ahlak üzerine idi. Dolayısıyla açılış oturumundan sonraki ana oturumların ilki, benim de tebliğci olarak katıldığım “İslam Ahlakı” başlıklı oturum idi. Ben akademik alanı itibariyle ahlak konusunda uzman olmamakla beraber, bu konuda bir tebliğ hazırlamayı göze alırken, “İslam Ahlakının Geleceği” başlıklı tebliğimde ileri sürdüğüm tespit, teşhis ve tekliflere, konunun uzmanlarıyla müzakere etmeden son şeklini vermemeye itina gösterdim. Ama yine de bu oturum, benim temel tezlerimi bir daha test etmeme imkan vereceği için anlamlı ve heyecan verici idi. Allaha şükürler olsun ki, diğer tebliğciler benim ulaştığım sonuçları teyid edici nitelikte değerlendirmelerde bulundular. Bu oturumdan çıkan ve bence önem arz eden temel hususlar özetle şunlardı:

1. İslam Ahlakı adı altında, alanı, sınırları, kaynakları, epistemolojisi ve metodolojisi belirlenmiş olan bir ilmi disiplinin varlığından, ne klasik ne de çağdaş dönem için söz etmek mümkün ve doğru değildir. Nitekim fıkıh, kelam, tefsir v.b. alanlarda çeşitli mezhep ve akımlardan söz etmek mümkün olduğu halde, aynı şeyi ahlak alanı için söylemenin mümkün olmayışı bu tespiti doğrular mahiyettedir.

2. Asırlarca İslam Ahlakı olarak bilinen ve büyük ölçüde İslam felsefesi ile Tasavvuf tarafından ele alınan ahlakın kökenleri ise, aslında “Aristo Ahlakı”na dayanmaktadır.

3. İslam Ahlakı büyük ölçüde bir irşad, vaaz u nasihat ve telkin(söylem) nesnesi olarak varlığını devam ettirmiş, ama bilhassa günümüzde kurumsallaşma(eylem) yönündeki gelişmelere sahne olabilmiş değildir.

4. İslam Ahlakı geçmişte de günümüzde büyük ölçüde ferdi planda kalmış, toplumsal ahlak veya sistem ahlakı gibi kavramlara doğru evrilememiştir.

5. Günümüzdeki egemen dindarlık tasavvurunda -muhtevalarının tartışmalı yönlerine rağmen- “islamın şartı” veya “imanın şartı” gibi kavramlar son derece yaygın olmakla beraber, ne yazık ki bir “ahlakın şartları” kavramından söz etmek mümkün değildir.

6. Gerek İslami ilimlerle, gerekse felsefe, psikoloji, pedagoji, sosyoloji, hukuk, iktisat, siyaset v.b. beşeri bilimlerle disiplinler arası bir yaklaşım çerçevesinde ele alınarak geliştirilecek bir “İslam Ahlakı”na acilen ihtiyaç vardır.
Mamafih bu oturumda ilginç detaylar da yok değildi. Bilhassa Cafer Sadık Yaran’ın Katolik ahlakının dayandığı üç temel olan “iman- umut – sevgi” den söz ederken, Samiha Ayverdi’nin “daima yanımda bulundurduğum üç şey” dediği “ iman- umut –sevgi” ile Katolik ahlakındaki üç esasın birebir örtüştüğüne dikkat çekmesi oldukça ilginç bir açıklamaydı(Bu konuda Samiha Ayverdi’ye dair Kubbealtı tarafından hazırlanmış olan CD’ye bakılabileceği bilgisini de atlamamak yerinde olacaktır).

İKTİSAT VE AHLAK

İktisat ve Ahlak başlıklı oturumda ilk konuşmacı olan Ahmet Öner Sayar, Protestan ahlakının küresel ölçekli sonuçlarının Hıristiyan ahlakı açısından kabul edilir olup olmadığı, Müslüman’ın parayla imtihanının çok çetin olduğu, ülkenin yaklaşık 800 milyar doları bulan GSMH’sına rağmen bunun 20 milyar doları bulan zekatının ortada görünmediği şeklinde önemli tespitlerde bulunmakla beraber, bir iktisat uzmanı olmayan benim gibiler için bile tartışmalı görünen bazı tespitleri de gündeme getirdi. Bunlar içerisinde bilhassa ikisi benim için tartışmaya açık görünüyordu: Mâliyetin asgari,kârın ise azami olması gerektiği iddiasının doğruluğunu ima eden ifadeleri ile Osmanlı (İslamî) iktisat düzeninde liberal iktisatçıları kıskandıracak kadar serbestliğin bulunduğuna dair açıklamaları. İslami nokta-i nazardan bu iddiaları temellendirmenin o kadar kolay bir iş olmadığını, en azından bu iddiaların İslamiliğinin tartışmalı olduğunu bu vesileyle belirtmek gerekir.

Öte yandan İktisat ve Ahlak oturumunda, Nurettin Topçu’nun da perspektifinden mutlaka ele alınması gereken konulara örnek verilebilecek olan mülkiyet, sosyal haklar, emek, işçi hakları, asgari ücret, vergi adaleti, tüketim toplumu gibi hususların sükutla geçiştirilmiş olmasını anlamak da bizim için zor olmuştur. Ama asıl anlamakta zorlandığımız husus, Sayar’a yönelttiğimiz ve dindar ya da muhafazakar olarak nitelendirilen mevcut iktidara yakın çevrelerin sık sık eleştirilere maruz kalmasına yol açan “rant ekonomisi”nin İslam ekonomisi açısından caiz olup olmadığına dair sorumuzun cevapsız kalmasıydı.

Nurettin Topçu anısına düzenlenmiş olan bu toplantıda bizi asıl hayal kırıklığına uğratan, hatta şaşkınlıktan ağzımızın açık kalmasına sebep olan ise İHL ve İlahiyat tahsili de yaptığını ifade eden, Fatih üniversitesinde iktisat hocası olduğunu söyleyen İsmail Özsoy’un konuşmasıydı İktisat bilimi açısından temellendirilmemiş olan, “ahlakın maliyeti düşüreceği” şeklindeki iddiasına karşı, pekala ahlaksızlığın da maliyeti düşürebileceği – nitekim Gölcük depreminde ve diğer pek çok felakette binaların yıkılmasına sebep olan “malzemeden çalma ahlaksızlığı” bunun açık bir ispatı olsa gerektir- şeklindeki itirazımız karşısında sükutun tercih edilmesi bir yana, “Pazar yerinde homoeconomicus olmak zorundasınız, yardımlaşmaya pazarda yer yoktur” şeklinde kapitalist/liberal iddiaları İslam olarak sunmaya çalışması, bu toprakların kültür olan “Ahîlik Kültürü”nü adeta yok sayması, hem de bunun, böylesi kapitalist/neo-liberal yaklaşıma savaş açmış olan Topçu anısına düzenlenmiş bir toplantıda ileri sürülmüş olması akıllarda soru işaretlerinin oluşmasına yol açtı. Özsoy’un kapitalist/liberal yaklaşımı meşrulaştırma uğrunda çaba sarf ederken Abdullah b. Ömer’in sıkı pazarlıkçı biri olup, bu şekildeki pazarlıktan kazandıklarını sadaka olarak vermesini delil olarak göstermesine mukabil, dinleyicilerden birisinin “Sen Abdullah b. Ömer’i örnek vereceğine babası Hz.Ömer’i örnek versene! Zira Hz.Ömer sıkıntı zamanlarında Müslümanların gıda maddelerini bir yerde toplar, sonra eşit olarak herkes arasında taksim ederdi” demesi karşısında ne diyeceğini bilememesi de onun dersini iyi hazırlamadığının bir ipucuydu. Gerçekten de sadece Hz.Ömer değil, Ebû Zerr gibi sahabilerin atlanması, görmezlikten gelinmesi, nisyana mahkum edilmesi bir yana, hicret sonrasında aralarında kardeşlik(muâhât) tesis edilen ensar ve muhacirin paylaşımcılıklarının adının dahi anılmaması, ortada ilmi bir tebliğden ziyade, İslamı kapitalizm ve liberalizme uydurup eklemleme çabasına yönelik bir tebliğ çabası (beyin yıkama operasyonu) ile karşı karşıya bulunduğumuz hissini doğurdu. Daha sonra sıra faiz meselesine gelince, İsmail Özsoy’a yönelttiğim “Târık ed-Dîvânî’nin İz yayıncılık tarafından yayımlanan “Faiz Sorunu” adlı kitabını görüp görmediği, gördüyse okuyup okumadığı” sorusuna cevap olarak, bu kitabı duymadığını söylemesi karşısında şaşkınlığımı ne kadar gizlemeye çalıştıysam da muvaffak olamadım. Zira bir ilahiyatçı olarak son derece beğendiğim bu eserin bir iktisat profesörünün meçhulü olması akıl alır gibi değildi, üstelik eser yabancı dilde de değildi, Türkçeye çevrilerek basılmış bir kitaptı. Bütün bu mülahazalar çerçevesinde bendenizin, acaba ortada Nurettin Topçu’nun ekonomi konusundaki – sosyalist/komünist çizgiye yakın – yaklaşımlarını etkisizleştirmeye yönelik bir psikolojik harekat ile mi karşı karşıyayız, diye düşünmesinin çok ta haksız olmadığını herhalde takdir edersiniz. Bu moral bozukluğu içerisinde oturum devam ederken, Mustafa Orçan’ın tebliğini sunuşu esnasında dikkat çektiği “kapitalist sistemde ahlakı konuşmak zordur” şeklindeki tespiti, Hak-İş temsilcisi İdris Demirer’in işçi haklarından söz etmesi, bu oturumun tekrar sağlıklı bir mecraya girmesini bir ölçüde de olsa sağlamış oldu.

SİYASET VE AHLAK

Ahmet Kemal Bayram’ın Sosyalizm’in “diğergâmlık” , Liberalizm’in “ çıkarcılık” , Muhafazakarlık’ın “ihtiyatlılık” olarak özetlenebileceğine dair ifadeleriyle, Ergün yıldırım’ın , siyasetin ontolojiden kopuk, metafiziği olmayan, gücü kendinden menkul bir hale geldiğine dair önemli tespiti; ekonominin kendisini ahlakla sınırlandırmaksızın kar-zarar hedefine yönelttiğine dair eleştirisi; iyilik ve adalet merkezli bir siyaset anlayışının gereğine dair vurgusu ve adaletin en temel çıkış yolu olduğuna dair değerlendirmesi, bu oturumun öne çıkan tespitleri idi.

EĞİTİM VE AHLAK

Gerek Necmettin Tozlu’nun gerekse Turan Koç’un “Ahlak tecezzi etmez” şeklindeki tespitleri bu oturumun en önemli katkılarıydı. Buna göre ahlakın iş ahlakı, ticaret ahlakı, siyaset ahlakı,v.b. şeklinde ayrıma tabi tutulması, sadece bilgi(lendirme) temelli bir ayrım olup, gerçekte bunların ayrı ayrı mütalea edilmesi söz konusu değildir. Bu sebepledir ki ahlakın kapsadığı çeşitli alanların bir kısmında ahlaklı bir kısmında ise ahlaksız davrananların, sonuçta “ahlaklı” olarak nitelendirilemeyeceği de bu oturumda vurgulanan hususlar arasındaydı. Günümüzde toplumumuzda ve diğer İslam ülkelerinde bu şekilde parçalı bir ahlak anlayışı egemen olduğundan, bu tespitlerin geleceğimiz açısından ne kadar önemli olduğunu söylemeye gerek yoktur.
Bu önemli katkı yanında, 19.yy.’da bilgi ve teknolojinin konuşulduğunu ama “insan”ın konuşulmadığı; Batı’da ve giderek bizde insanın artık “şahsiyet” olmaktan çıkarılarak bir “nesne” haline, cemiyetin ise bir “sürü” durumuna getirildiği, özendiğimiz ve örnek aldığımız Batı’da okulların kapitalizme gerekli olan elemanları yetiştirmek için var olduğu; Batı’nın bilgiyi bir iktidar aracı olarak “meta”laştırdığı; gizli bir pozitivizmin İslam dünyasında yayılmakta olduğu, hatta ülkemizde ilahiyat fakültelerinde bile eğitim-öğretimin pozitivist bir yaklaşımla verildiği şeklinde tenkitler dile getirildi.
Ramazan Yelken, eğitim ve ahlak konusunu doğrudan Nurettin Topçu ile bağlantılı olarak ele alabilmek için onun düşüncelerinin yeniden “okunması” gerektiğini, zira günümüz şartlarıyla Topçu döneminin şartlarının aynı olmadığını; temel problemlerden birisinin ezbercilik olduğunu, buna mukabil eleştirel ve analitik bir zihniyetin eğitim-öğretime hakim kılınması gerektiğini; eğitim sisteminin belirleyici, sınırlayıcı değil geliştirici bir bakış açısına oturtulması icap ettiğini; Topçu’da da görülen Doğu-Batı ayrımının çok açık olmadığını, en azından bu ayrımın coğrafi değil paradigmatik bir ayrım olduğunu dikkatlere sundu.
Kanaatimce Nurettin Topçu anısına düzenlenen ve konusu ve zamanlaması itibariyle fevkalade önemli olan bu toplantıda Nurettin Topçu daha fazla konuşulmalı, görüşleri güncellenmeli, onun görüşlerinden alınacak ilhamla pratik modeller geliştirilmeli ve hayata aktarmak için sergilenecek çabalar üzerinde durulmalı, ama hepsinden önemlisi “yalnız adam” Topçu’yu bu derin yalnızlığından kurtarıp, cemiyetle, özellikle de genç nesille tanıştırmak için bir yol haritası belirlenmeliydi. Ve tabii bu yol haritasını izleyecek bir gönüllü entelektüeller gurubunun nasıl oluşturulabileceği üzerinde kafa yorulmalıydı. Maalesef bunların hiçbiri yapıl(a)madı. Nurettin Topçu’nun mesajına toplumun son derece muhtaç olduğu bir dönemde bunların yapıl(a)mamış olması gerçekten büyük bir kayıptır. Bu toplantı en azından neleri kaybettiğimiz idrak etmemize vesile olursa, önümüzdeki dönemde Topçu’nun anısına daha ciddi faaliyetlerin gerçekleştirilmesine de bu suretle bir katkıda bulunmuş olur. Aksi takdirde biz de Nurettin Topçu’yu metalaştırmış oluruz. Ama onu meta haline getirdiğimizde, işte asıl o zaman onu gerçekten kabre, dolayısıyla maziye gömmüş oluruz.

Nurettin Topçu’nun bu topluma ahlak üfleyecek nefesine her zamankinden daha fazla muhtaçız. Bu nefes ise kuşkusuz onun eserlerinde depolanmış bir vaziyette bizleri beklemektedir. Topçu’yu sevmenin, onun yoluna sadakatin ilk adımı ise, onun eserlerini okumak ve okutmaktır. Ülkemizin Şeriati’si olan Nurettin Topçu’nun hala keşfedilmeyi bekleyen “kayıp mücevher” olduğunu asla unutmayalım.