BEGIN TYPING YOUR SEARCH ABOVE AND PRESS RETURN TO SEARCH. PRESS ESC TO CANCEL

2. Geç Antik Dönemde Arabistan: Ana Hatları ile Muhammed Zamanında Yarımadadaki Kültürel Durum – THE QUR’AN IN CONTEXT (Bağlamı İçinde Kur’an) Özet

Yazar: Barbara Finster. Bamberg (Almanya) Otto-Friedrich üniversitesi İslam sanatları bölümü emekli profesörü. Bağdad (Irak) ve San’a (Yemen) de Alman Arkeoloji Enstitüsü adına görev yapmış ve Suriye, Irak, İran ve Yemen’deki kazılara katılmıştır. Geç antik dönem ve erken İslam sanatına dair yayımlanmış birçok araştırması vardır.

Bölgenin geç antik dönemde Hz. Muhammed zamanındaki durumuna dair arkeolojik ağırlıklı bir araştırma olarak ülkemizdeki konuyla ilgili birikimin henüz yabancısı olan pek çok önemli  hususa, özellikle de arkeolojik gelişmelere ışık tutucu, haritalarla zenginleştirilmiş bir makaledir.

Makalenin temel tezi, Arap tarihçiliğinde de, 70’li yıllara kadar Batı’da da egemen olan ve İslam’ın zuhuruna Arabistan’da kadar kayda değer bir mimari varlığın bulunmadığına ve bu bölgeye kültür ve medeniyet getirenin Muhammed olduğuna dair telakkinin yanlışlığını göstermektir (s.62). Ona göre yaklaşık son on beş yıllık araştırmalar tarih öncesi ve klasik tarih dönemine dair gerçek bir devrim gerçekleştirmiş bulunmaktadır. Bilhassa körfez ülkeleri, Bahreyn, Uman ve Yemen’de yapılan kazılar, öte yandan Suudi Arabistan’lı arkeologların kapsamlı çalışmaları hem körfez bölgesinin antik dönemi hem de Ma’rib ve Seba vs. konusunda daha sağlam bir tablo ortaya koymaya katkıda bulunacak niteliktedir. Mamafih bütün bu gelişmelere rağmen, henüz bölgedeki arkeolojik gelişmelerin başlangıcında olduğumuzu da söylemek gerekir. Yemen’de MÖ.700’lerde oldukça gelişmiş bir medeniyet olduğunu ve bu medeniyetlerin sonuncusunun MÖ. 300’lerde varlığını sürdürdüğünü ifade etmek mümkündür. MÖ. III. yy’a ait Batlamyus (Ptolemy) haritasına göre Arabistan birbirlerine ticaret yollarıyla bağlanmış şehir ve kasabalarla dolu bir bölge manzarası arz etmektedir(s.63). Bölgedeki çeşitli manastırlar ve mabetlerde zaman zaman bir azalma görülse de İslam’ın zuhuruna tekaddüm eden dönemde Arabistan’ın hemen bütün bölgelerinde dini ve sivil  mimari dinamik olarak devam ediyor, – mesela Ma’rib seddi gibi sulama sistemlerinin – bazıları yıkılıp yok olsa da yeni sulama sistemleri ihdas ediliyordu. Kadıköy konsilini müteakiben bölgede Hıristiyanlığın Monofizit, Nasturi ve Ortodoks çeşitli unsurları yayılmaya başlamıştı. Buna bağlı olup olmadığı henüz kesin olmamakla beraber, kesin olan bölgede geleneksel mabet merkezli tapınmaları büyük ölçüde ortadan kalkmaya yüz tutmuştu (S.68-70). Medyen’den Vâdi’l-Kurâ’ya kadar uzanan bir Yahudi kültür koridoru Fedek, Teyma, Hayber ve Yesrib (Medine) şehirlerinde manastır ve mabetleriyle varlığını sürdürüyordu. Uman [Umman değil, zira Umman bizim galat-ı meşhur okuyuşumuzdan başka bir şey değildir] , Bahreyn, Katîf ve Yemame’de Hıristiyan toplulukları ve bunların piskoposlukları mevcuttu (s.72). Bilhassa Güneybatı Arabistan’da Necran, Zafar ve San’a’daki- Ebrehe Kilisesi gibi –  kiliseler ve hacıları ağırlama işlevi de gören manastırlar yaygın ve meşhurdu. Sadece Necran’da üç kilise olduğu ifade edilmektedir: İsa’nın Göğe yükselişi kilisesi, Necran şehitleri kilisesi ve Tanrı’nın mukaddes anası kilisesi. Necran’da Hıristiyan hac merkezleri arasında en meşhur olanı Hâris b. Ka’b tarafından inşa edilen Necran Ka’be’si idi ki M. 520 yıllarında inşa edilmiş olan Hâris Şapel’i ya da şehitliği ile aynı şey olsa gerektir. Yakut, bu yapının Nuheyrdan nehri yakınında kubbeli bir yapı olduğunu söyler. Mozaiklerinin ve tavanlarının altınla bezendiği, Hıristiyan azizlerinin resimleriyle süslenmiş pek çok dini yapı ve bunların detayları hakkında geniş bilgi verilen makalede, San’a’daki Ebrehe Kilisesi hakkında da detaylı bilgiler verilmekte, bu kilisenin Habeşistan mimarisinden etkilendiği, bu yapının – fotoğrafları da sunulan – kalıntılarının bugün San’a el-Câmi el-Kebir’inde görülebileceği ifade edilmektedir (S.73-80).

İlginç olan yazarın aynı zamanda Mekke’deki Kabe’yi de bu Hıristiyan ibadetinin gereği olan mabetler zincirinin bir halkası olarak görmesi ve bunu Ka’be’de bulunduğu söylenen,  melekler tarafından etrafı çevrili ve kucağında çocuk olan Meryem resmine dayandırmasıdır (S.83).

Yazarın verdiği bilgilere göre (Zebid’e 90 km. mesafedeki) Wusâb kentindeki bütün camiler/mescitler tavanı düz olan küp şeklinde olup, bugün Wasabi/Wusabi kentinin camisinde bile Hıristiyan kilise süslemelerinin izleri görülmektedir. Bu ise bu camilerin bir zamanlar Hıristiyan mabetleri olarak kullanıldığını göstermektedir(s.83). Küp şeklindeki diğer bir cami ise Yemen’in Ba’dân bölgesindeki Tamur camisidir ki 6-7. yy’da bir ibadet mekanı olarak inşa edilmiş olmalıdır(s.86). Keza 1980’lerde Arap arkeologların Cubeyl kentinde bir kilise kazısı yaptıklarını, ancak bu kazının sonuçlarının  henüz yayımlanmadığını – muhtemelen hiç yayımlanmayacağını – sadece ARAMCO petrol şirketinde çalışan işçilerden alınan bilgilerle yetinmek durumunda kalındığını  ifade etmektedir (S. 87).

Dini olmayan mimari konusunda da bilgi veren yazar, Mekke’nin  başlangıçta gerçek anlamda planlı bir şehir olmadığı, sahabilerin itirazına rağmen birtakım düzenlemelerle Mekke’yi ilk defa planlı bir şehir haline sokanın Muaviye b. Ebi Sufyan olduğunu; şehircilik ve imar konusunda yetenekleri olmadığı söylenen Araplar’ın , bu iddianın aksine Hz. Muhammed’in vefatından sadece yedi sene sonra Mezopotamya’da, merkezde cami ve yönetim binalarının yer aldığı, geniş caddelerin merkeze açıldığı, bu geniş caddeler üzerinde ticaret mekanlarının bulunduğu, geç antik dönem şehirlerini anımsatan Kufe gibi planlı bir şehir inşa edebildiklerini söyler (S.100-101).

Bölgedeki diğer din ve medeniyetlere ait pek çok şehirden ve yerleşim birimlerinden bahseden yazar (S.101), bu şehirler arasında Mekke’nin farklı durumuna işaret eder. Ona göre diğer şehirler ve bu şehirlerdeki mimari yapılar büyük ölçüde Hıristiyan ve Yahudi dinlerinin etkisinde ortaya çıkmış iken, Mekke’nin – mesela şehitlik kültü – gibi bir külte ev sahipliği yapması söz konusu olmayıp, daha ziyade İsmail ve Hacer’e dayanan bir “atalar kültü” merkezi gibi görünmektedir. Yazara göre Mekke başlangıçta bir şehir değil ziyaretçiler için konaklama imkan ve tesislerinin bulunduğu bir tapınak şeklinde iken, bilahare bilinen anlamda şehir halini almış olmalıdır (S.103). Muhammed zamanında aile klanları Ka’be etrafına yerleşmişlerdi. Şehrin dışında hamamlar, çarşılar, bir hastahane ve kabristanın bulunuyordu. Medine Mekke’ye göre daha  kentsel görünüyordu. Şehrin silueti yüksek binalar tarafından karakterize edilmişti (S.103). Her kabilenin kendine mahsus bir yerleşim bölgesi vardı. En geniş topluluk olması itibariyle Yesrib(Medine)de Yahudilerin sinagoglarının bulunması muhtemeldir. Değerli eşya ve malzeme, kervanlar aracılığıyla Suriye, Habeşistan ve Mezopotamya’dan getiriliyordu. Mekke ve Medine’nin etrafında – Medain-i Salih, Teyma ve el-Hinna’da olduğu gibi – şehir surları yoktu.

Yazar sivil mimarinin bir parçası olarak Arabistan’daki saray ve köşkler hakkında da bilgi vermektedir (S.104-105). Bu bilgileri ve verdiği bilgilere dair son araştırmaları zikreden yazar, sonuçta, gerek yazılı kaynaklar gerekse -henüz yetersiz de olsa- arkeolojik bulgular ışığında Arabistan yarımadasının zamanın çağdaş medeni dünyasının bir parçası olduğunu söylemektedir (S.106).

Zamanın medeni dünyasının bir parçası olan ve Kuzey doğu(Sasani) ve Kuzay batı(Bizans) etkilerinin bilhassa İslam öncesi dönemde güçlü bir biçimde görüldüğü Arap yarımadasının bu durumu karşısında [bu bölgeyi medeniyetten kopuk ıssız ve ücra bir çöl ortamı olarak tasvir eden(Mehmet Hayri Kırbaşoğlu)] geleneksel Oryantalist bakış açısının pek çok yönden gözden geçirilmeye muhtaç olduğunu vurgulayan yazar, İslam’ı anlamak için onun  zuhur ettiği yerin ve tarihinin de iyi bilinmesi gerektiğine, bu bağlamda Muhammed’in memleketi Mekke’nin Ortadoğu kültür ve tarihinin bir parçası olduğuna işaret ederek yazısını tamamlamaktadır (S.107).

 

Tercüme: MEHMET HAYRİ KIRBAŞOĞLU