BEGIN TYPING YOUR SEARCH ABOVE AND PRESS RETURN TO SEARCH. PRESS ESC TO CANCEL

İLAHİYAT FAKÜLTELERİ ENTELEKTÜEL KRİZİN NERESİNDE ?

İslam Dünyasında ve bu dünyanın bir parçası olan ülkemizde yaşanmakta olan fikrî atalet ve durgunluk, üniversitelerimizin ve bilgi üretme iddiasındaki diğer çevrelerin mevcut üretim ve verimliliğine bakılarak kolaylıkla teşhis edilebilecek bir “arıza”dır. Özellikle bu konuda öncü rolü oynaması beklenen üniversitelerimizin kendilerine yapılan yatırıma denk bir üretimi gerçekleştirmede başarılı olduğunu söylemek tabii ki mümkün değildir. Bu meselenin sistemden kaynaklanan yönleri olduğu gibi, üniversite camiasının “ahlâkî ve etik” zaaflarından kaynaklanan yönleri de söz konusudur. Aldığı maaşta “tüyü bitmemiş yetimin hakkı” olduğunu düşünen, bu maaşı hak etmek için gece gündüz çalışan, hak etmediği bir maaşın “haram lokma” olacağını her hatırladıkça zangır zangır titreyenler acaba akademik camiada hala var mı, yoksa nesilleri çoktan sona mı erdi? Eskiden ürettiği malın foyası meydana çıkanların ayakkabıları dama atılırdı, üniversitelerimizde ise, ilim ve fikir camiası için âdi hırsızlıktan da kötü olan “intihal” in ne ölçüde yaygın olduğunu kaç kişi merak eder ve önemser. İntihal suçundan üniversiteden uzaklaştırılanlar ülkemizde tekrar üniversitelere elini kolunu sallayarak dönebiliyorsa, bunlardan bazıları profesörlük makamına kadar yüksel(til)ebiliyorsa, intihal suçunu işleyenler görevlerinde rahatlıkla kalabiliyorsa, bu gibilerden bazıları politikada bile baş tacı edilip, memleket yönetiminde söz sahibi olmaları mümkün olabiliyorsa, üniversitelerimizin bu memlekete bir şeyler verebileceğini düşünenlerimizin biraz daha temkinli olmalarında yarar var demektir.

Hadi İslamî kesimlere egemen olan söylem uyarınca üniversitelerin “seküler” yani İslami değerlere sırt çevirmiş çevreler olduğunu, dolayısıyla din-iman, hak-hukuk, helal-haram gibi İslamî kategorileri buralarda aramanın nafile olduğunu kabul edelim. Peki bu değerlere sırt çevirmek şöyle dursun bu değerlerin eğitim-öğretimini kendine alan olarak seçtiği kabul edilen (resmi)İlahiyat ve  Diyanet camiası ile bu alanda faaliyet gösteren (sivil) İslamî kesimlerin durumu farklı mıdır? Bu sorunun cevabını geliniz hep beraber arayalım.

İşe önce İlahiyat ve Diyanet camiasından başlayalım. Üniversitelerimizin durumu iç açıcı değil de üniversitelerimizin bir parçası olan İlahiyat fakültelerimizin durumu iç açıcı mı? Gelin hep beraber bakalım. Üniversitelerimizin diğer fakültelerinin durumları iç açıcı değil de, – Iğdır İlahiyat Fakültesinin eklenmesiyle – sayıları yirmi dördü bulan bu fakültelerimizin durumu çok mu iç açıcı? Heyhât ki heyhât!

Üniversitelerimizin diğer fakültelerinin durumu ne ise İlahiyat fakültelerinin de durumu aşağı yukarı aynı. Hem keyfiyet hem kemiyet, hem nicelik hem de nitelik bakımından İlahiyat fakülteleri de, bilgi ve çözüm üreten, bu üretimini eğitim yoluyla cemiyetimizin istifadesine sunan akademik bir camia olmaktan epey uzaklarda. Kemiyetin, nicel olanın, sayıların egemenliğinden dem vurulan günümüz şartlarında, egemen zihniyetin anlayacağı dille konuşmak adına, biz de meseleye önce bu yönden yaklaşalım.

İlk İlahiyat fakültesinin Ankara’da 1949 yılında açılmasından bu yana tam altmış yıl geçmiş ve ilahiyat fakültelerinin sayıları da bu süre içerisinde yirmi dörde ulaşmış durumdadır. Bu altmış yıllık döneme bakıldığında İslam dünyasında veya Batı’da parmakla gösterilen eser sayısı bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar azdır. Bu dönemde ortaya konmuş olup ta Arapçaya, Farsçaya tercüme edilip İslam ülkelerinde; ya da Batı dillerine çevrilip te Batı’da yayımlanmış ciddi kaç eser vardır? İslam ve İslam Düşüncesi alanında yapılmış ve yapılmakta olan uluslararası seviyedeki toplantılara ülkemizden ciddi bir katılım olmuş mudur? Olduysa katılımcıların ses getirecek katılımları da söz konusu olmuş mudur? Daha acısı bu gibi toplantılara katılıp müzakere ve münakaşa süreçlerinde yer alabilecek kaç ilahiyatçı akademisyenimiz var? Normalde akademisyen demek bu sorunun sorulmasını abes kılacak bir donanıma sahip ilim insanı demektir. Ama Batı dillerinde yazıp konuşabilen ve çoğu Batı’da  lisans üstü çalışma yapmış az sayıdaki akademisyen bir yana bırakılacak olursa, Farsça, ama bilhassa Arapça yazıp konuşabilecek İlahiyatçı akademisyen sayısı son derece azdır. Acıdır ki, ülkemiz dışında İlahiyatçısı Arapça yazıp konuşamayan bir başka İslam ülkesi yoktur, en azından ben böyle bir ülke bilmiyorum.

Daha da acısı, Kur’an’ı düzgün bir şekilde  tilavet edemeyecek ya da cemaatin önüne geçip namaz kıldıramayacak durumda olan İlahiyat akademisyenlerinin varlığıdır. (Mamafih bu durumun sadece İlahiyat camiası için değil, Diyanet ve cemaat, tarikat,v.b. yapılarına önderlik eden kanaat önderleri için de, hem de fazlasıyla geçerli olduğunu da hemen ekleyelim).

Bırakın dışarıda ün yapan ilahiyatçı akademisyenlerin ve uluslararası önemi haiz eserlerin olup olmadığını, altmış yıldır yapılan çalışmaların ne kadarı memleket insanının istifadesine sunulmuştur? Yapılan bütün bu çalışmaların sonuçları dini orta ve yüksek öğrenim kurumlarındaki eğitim-öğretime, vaaz ve irşat faaliyetlerine, yazılı, sesli ve görüntülü medyaya ne ölçüde yansımıştır? Bu ve benzeri sorulara cevap verebilmek için bu sorulardan yola çıkan ciddi araştırmalara da ihtiyaç olduğu, ama bunların da bugüne kadar ihmal edildiği muhakkak. Ama ülkemizdeki İslami düşüncenin mevcut durumuna bakarak cevabın menfi olacağını kestirmek te o kadar zor olmasa gerek.

Altmış yıldır yapılan ilmi çalışmaların kalitesine dair bu genel tespit ve teşhisleri biraz daha derinleştirelim: Şaşırtıcı olan, yirmi dört ilahiyat fakültesinde yapılması düşünülen akademik çalışmaların sadece fildişi kulelerde üretilen ve bilahare raflarda tozlanmaya bırakılan fanteziler olarak kalmaması, tam aksine toplumdaki meselelerin çözümüne katkı sağlaması için herhangi bir yönlendirmenin ya da planlamanın ortada olmamasıdır. Resmi seviyede olmasa bile en azından akademisyenlerin kendi aralarında tesis ettikleri ortak bir zeminde öncelikleri tartıştıkları ve kendileri için bir “yol haritası” belirledikleri de vaki değildir. Büyük hocaların yetişmekte olan genç akademisyenleri böyle bir bakış açısıyla yönlendirip bilinçlendirdikleri de vaki değildir.

Mesela çok sevdiğim hocalarımın bile bir gün olsun beni dizlerinin dibine oturtarak, “oğlum bak memleketimizdeki ve diğer İslam ülkelerinde İslam’a dair çözüm bekleyen pek çok mesele ve bu meseleler etrafında pek çok tartışma var. Sen ileride yapacağın akademik çalışmalarda yönünü ve alanını öyle belirle ki, yaptığın her çalışma, bu meselelerin çözümü yolunda bir katkı teşkil etsin. Bunun için ilk olarak, acillik ve önem açısından ilk sıralarda yer alan meseleleri öne al. Bu öncelikli meseleleri de gelişigüzel, plansız ve programsız değil de, planlı-programlı bir proje dahilinde sürdür. Telif ettiğin her eser, yayımladığın her makale, sunduğun her tebliğ, çevirdiğin her kitap, bir bütünün parçaları gibi olsun, bir araya geldiğinde bir bütün oluştursun” d(iy)emediler. Elbette ben onların lisan-ı hal ile söylediklerinden ilham almayı ihmal etmedim. Ama daha önce fakültemizde görev yapan, şu anda ise Adıyaman üniversitesi öğretim üyesi olan, değerli meslektaşım ve ağabeyim Dr. Bekir  Demirkol’un ısrarlı yönlendirmeleri olmasaydı, şu anda yarısına geldiğim ve dördüncü kitabını  yazmaya hazırlandığım, “İslam Düşüncesinde Sünnet” adlı çalışmamızda ilan edilen proje de muhtemelen ortada olmazdı. Bu proje olmayınca da, proje uyarınca danışman olarak değerli meslektaşlarımla gerçekleştirmiş olduğumuz, elliye yakın yüksek lisans ve doktora çalışması da ortada olmazdı, bunlardan ödül alan ve yayımlananlar da cemiyetin istifadesine sunulmazdı. Hatta bir adım daha atıp, bu makro-mikro ölçekte plan-proje meselesini bütün İlahiyat fakültelerini kapsayacak şekilde düşünmek bile gerekir(di). Bu yapılmış olsaydı, mesela şu anda İzmir, Bursa, Marmara ve İstanbul İlahiyat fakülteleri Batı’daki gelişmeleri, Samsun ve Rize İlahiyat fakülteleri Rus Oryantalizmini, Diyarbakır ve Urfa İlahiyat fakülteleri Ortadoğu’daki gelişmeleri, Van ve Iğdır İlahiyat fakülteleri İran ve diğer Şii dünyadaki gelişmeleri, diğerleri de diğer bölgelerdeki (mesela Uman, Yemen, Suudi Arabistan, Pakistan v.d) gelişmeleri takibe alırlardı. Yahut ta bazı İlahiyat fakülteleri geleneksel yaklaşımları, bazıları çağdaş yaklaşımların takibini kendisine alan olarak seçerdi. Zamanla bu yaklaşım fakültelerin ekolleşmesine de yol açar, her bir fakülte ağırlıklı olarak ele aldığı konular üzerinde yaptığı çalışmalarla temayüz ederdi. Ama sonuçta bütün bunlar birbirini tamamlayan parçalar halinde, büyük fotoğrafı oluştururdu. Şayet bu zihniyet ve mantıkla meselelere yaklaşılsaydı, yapılan bilimsel araştırmalar, bilhassa Y.Lisans ve doktora tezleri kapsamlı bir plan çerçevesinde yönlendirilir ve oldukça kısa bir dönem içerisinde ülkemizin ve İslam dünyasının İslami İlimler ve İslam Düşüncesi alanlarındaki meselelerinin çözümü yolunda muazzam bir birikim ortaya çıkmış olurdu. Bütün bunlar asgari düzeydeki bir tefekkürle bile kavranması mümkün olan son derece makul önerilerdir. Buna rağmen bunların İlahiyat camiasının gündeminde yer al(a)mayışı ve bu konuların harıl harıl hummalı bir biçimde tartışma konusu yapıl(a)mayışı karşısında bu durumu özetlemek için söylenebilecek tek bir söz olabilir : Memur zihniyeti!

Buna mukabil gerek Batı’da gerek İslam Dünyasındaki önde gelen ilim ve fikir erbabının hemen hemen hepsinin bir “projesi”, hem hayatını adadığı, gece gündüz baş döndürücü bir tempo ile gerçekleştirmeye çalıştığı bir projesi mutlaka vardır. Mesela müsteşriklerin pek çoğu, ya Şia uzmanıdır, ya Hanbeli-Selefi uzmanı, ya Mu’tezile ya da Zeydiyye uzmanıdır, kimisi ilk dönemleri kendisine alan seçmiştir, kimisi de orta ve geç dönemleri, bazıları ise çağdaş dönem üzerinde ihtisaslaşmıştır. Onlardan her birinin uyguladığı yöntemler de farklıdır. Bu konuda Batı’dan verilebilecek örnekler saymakla bitmeyecek kadar çok olduğu için, sırf bir fikir vermek amacıyla mesela Henri Laoust, Van Ess, Madelung, Junyboll, Motzki gibi isimler zikredilebilir. İslam dünyasından ise Fuad Sezgin,Hasan Hanefi, Muhammed Âbid el-Câbirî gibi isimler örnek gösterilebilir ki, zaten bu ilim ve fikir adamlarının her birisi, kendi projeleri çerçevesinde yayımladıkları ciltler tutan kapsamlı eserleriyle de tanınan müelliflerdir.

Yirmi dört ilahiyat fakültesinde ise bu anlatılanlara uygun, örnek olarak zikredilenler ayarında maalesef tek bir ilim ve fikir erbabı bile bulunmamaktadır. Burada bu meseleye dair noktayı koyduktan sonra, gelecek yazımızda İlahiyat camiasının başka yönlerini sizlerle değerlendirmeye çalışacağız. Gelecek yazımızda cevabını arayacağımız soru ise şu olacaktır: İlahiyat fakülteleri i ne kadar ‘İslâmî’dir?

http://www.fikribeyan.net/yazidetay.php?Yazi_id=3465&yazar=584