BEGIN TYPING YOUR SEARCH ABOVE AND PRESS RETURN TO SEARCH. PRESS ESC TO CANCEL

Yaşayan Sünnet

Araştırma ve Kültür Vakfı – 2009, İstanbul

Mustafa Tekin: Bismillahirrahmanirrahim. Çok kıymetli hocamız sayın profosör doktor Mehmet Hayri Kırbaşoğlu beyefendi ile birlikte Sünnet-i Nebeviyye konusu üzerinde, açılımı olacağını umduğum ibr sohbet yapmayı umuyorum. Umarım bereketli olur. Öncelikle istiyorum ki Sünnet’i tanımlayalım. Yani, Sünnet nedir?

M.Hayri Kırbaşoğlu: Değerli misafirlere hoş geldiniz diyorum. Ayrıca sizlerle beraber olma fırsatını verdiği için Araştırma ve Kültür Vakfının değerli yöneticilerine, değerli hocalarımıza teşekkürlerimi sunarak sözlerime başlamak istiyorum.

Sünnetin ne olduğu noktasında akademik açıdan bir tanım yapmak gerekirse, bir şeyin İslami açıdan “Sünnet” sayılabilmesi için her şeyden önce onu Hazret-i Peygamberin “Peygamber” sıfatıyla yapması lazım. Bu, zihniyet, düşünce veya eylem alanlarının her biriyle de ilgili olabilir. Yani sünnet sadece davranışlarla ilgili bir şey değildir; aynı zamanda düşünceyle de ilgilidir. Nasıl düşünmemiz, neye inanmamız gerektiğiyle de ilgili bir kavramdır. Dolayısıyla böylesi bir kapsayıcılığı vardır. Özetle “Sünnet” Hazret-i Peygamber’in peygamberlik yönüyle ilgilidir. Dolayısıyla Hazret-i Peygamber’in insan olması yönüyle, devlet başkanı sıfatıyla ve diğer sıfatlarıyla yapıp etmeleri sünnet kapsamının dışında kalmaktadır. Bunlar  Usul-i Fıkıh ulemamızın da açıkça ifade ettiği hususlardır. Ancak Hazret-i Peygamberin bir şeyi yapması, onun Hazret-i Peygamberle ilgili olması da yetmiyor, Hazret-i Peygamberin o konuda bizim kendisine uymamızı da talep etmesi lazımdır. Her hususta “Peygamber şöyle yapardı öyleyse bu sünnettir” diyemeyiz. Üstelik bu talep/istek de ya kesin bir talep olabir ki bu,o şeyin yapılmasının farz olduğunu gösterir. Mesela kesin bir dille “Namazı benim kıldığım gibi kılın”[1] ve “Hac menâsikini benden öğrenin, benden gördüğünüz gibi yapın.”[2] diyorsa farziyyet bildirir. Veya bir şeyi kesin olarak yasaklıyorsa haramlık bildirir. “Çoğu sarhoş eden şeyin azı da haramdır”[3] rivayetinde olduğu gibi. Ama bizim kendisine isteğe bağlı olarak uymamızı istiyor ise o zaman bu müstehab, mendub, nafile, tatavvu dediğimiz, yaparsak iyi ve sevaplı olan; yapmazsak herhangi bir günah terettüp etmeyen eylemlerdir. Farz namazların öncesinde ve sonrasında kılınan namazlar gibi, nafile olarak verilen sadakalar gibi, nafile oruçlar, zorunlu olmayan diğer salih ameller gibi…

Yasak konusunda, “kesin olarak yasaklamıyorum ama yapmasanız iyi olur” anlamında bir dil kullanılırsa veya ipuçları bu duruma işaret ederse, bu da kerahet bildirir. Soğan, sarımsak vesaire yiyenlerin Müslümanları rahatsızlık vermemeleri için mescide gelmemeleri gibi.[4] Veya Hazret-i Peygamber’in hoşlanmadığı hatta tiksindiği bazı hayvan türleri var. Hazret-i Peygamber bunları yasaklamıyor; sadece “bunlar benim yiyeceğim şeyler değil diyor, ama yasaklamıyor. Kendisinin tiksinmesi başkalarının da bunu yemesine mani olmuyor. Özellikle büyük kertenkeleler. Çölde, çöl bedevisinin makbul bir yiyeceğidir. Kendisine ikram edildiğinde “ben bunu yemiyorum ama size de yasaklamam” demiştir.[5] Bir de kesin olarak yasakladığı haram olan fiiller var. Dolayısıyla Hazret-i Peygamber’in Sünneti dediğimiz şey farz, vacip, nafile, mendup, mekruh, haram gibi kategorileri içeren bir şeydir. Yoksa hepsi aynı düzeyde değildir. Ve Hazret-i Peygamber’in her yaptığı da sünnet değildir. Özellikle Peygamberimizin kendisine mahsus, kişisel olarak yaptıkları şeyler, o konularda kendisine   uyulmaması gereken hususlardandır; Peygamberimize o konularda uymakla mükellef değiliz. Zira bunlar tamamen ona mahsus,kişisel hususlardır. Bir de Peygamber olmasa da zaten insan olarak, içinde yaşadığı toplumun bir ferdi olarak, örf âdet ve gelenekler uyarınca öyle davrandığı konular var. Bunların da Peygamberlikle, İslam’la doğrudan alakası yoktur. Bilakis bunlar tamamen kültürel çevreyle alakalı şeylerdir. Giyim-kuşam, sakal vesaire… Ama bunlarla ilgili, mesela yeme içme hususlarında örneğin halk arasında «Peygamberimiz kabak severdi[6] biz de yiyelim» denildiği gibi zorlunluluk yoktur. Fakat yeme içmenin adabıyla ilgili yemekten önce ve sonra elleri yıkamak, helalinden yemek gibi yemeye içmeye ilişkin Sünnetler elbette var. Böylesine kapsamlı ve farklı dereceleri olan bir husus Sünnet. Dolayısıyla Sünnetin belki de en önemli yönü hayatın her alanına yönelik kapsamlı bir kavram olması. Yani sadece ahkâm gibi, fıkhî konularla ilgili bir kavram değildir. Bu usul-i fıkıhçıların yaptığı hata, Sünnet’i “Kur’an dışında şer’i hüküm ifade eden hükümler” şeklinde tanımlamak. Hâlbuki, Sünnetler sadece şer’i hüküm ifade etmez. Aynı zamanda inançtır, inancın hayata geçirilmesidir. Düşünceye, insana tarihe, tabiata, topluma, siyasete, ekonomiye, sanata, kültüre nasıl bakacağımız konusunda da Hazret-i Peygamber modelimizdir, bunlar da sünnetin bir parçasıdır. Sünneti sadece fıkhî konulara indirgediğiniz zaman onu kısırlaştırmış oluruz. O bakımdan, benim yapmaya çalıştığım tanımda olduğu gibi, akaid, inanç, dünya görüşü, siyaset, eğitim ve saire gibi hayatın bütününde söz konusu olan bir kavramdır. Yani Hazret-i Peygamber’in ekonomik alanda da bize rehberlik edecek ilkeleri vardır. Eğitim alanında da, ailede de, siyasette de… Özetle her alanda rehberlik edecek ilkeleri vardır. Sünnet böyle kapsamlı bir şeydir. Hayatın tamamını kuşatır. Ve nihayet sünnet, Hazret-i Peygamber’in söylediklerini, yaptıklarını (günümüzde yaygın olduğu gibi) birebir sürdürmekten ziyade, bu yapıp etmelerinin arkasında yatan hedefler, ilkeler, amaçlardır esas olan. Çünkü Hazret-i Peygamber döneminin toplumsal yapısıyla bugünün toplumsal yapısı tamamen farklılaştığı için; Hazret-i Peygamber döneminde toplum bir ziraat toplumu olduğu için, hayvancılıkla geçindikleri için, takas ekonomisi esas olduğu için, bilgi-iletişim ağları çok sınırlı olduğu için, Hazret-i Peygamberin bütün çözümlemeleri bu şartlara yöneliktir. Ama bugüne geldiğinizde ziraat toplumundan sanayi hatta bilgi toplumuna doğru gelişen toplumlarda daha farklı sosyal ilişkiler var, mesela şehirleşmeler var. Yepyeni davranış kalıpları, ilişki biçimleri ortaya çıkmış vesaire… Öyle ki Hazret-i Peygamber dönemindeki bir takım hususları aynen bugüne alıp, aktarmak mümkün değil. O zaman şöyle bir kural koyabiliriz: “Hazret-i Peygamber’in sünnetini hem şekli, hem de ruhuyla aynen korumak mümkünse aynen devam ettiririz. Ama şeklen aynen muhafaza mümkün değilse o zaman ‘ruhunu’ esas alır, onu yeniden yorumlayarak, yeni bir şekilde sürdürebiliriz.”

Pratik bir örnekten yola çıkarsak, ibadet hayatımıza bakalım. Namazlarımızı aynen Hazret-i Peygamber’in hayatında olduğu gibi günde beş vakit olarak kılıyoruz. Herhangi bir problem yok. Sabah iki, öğlen dört, ikindi dört, akşam üç, yatsı dört rekât olarak kılınıyor. Bunları aynı şekilde sürdürüyoruz. Ama mesela alım-satımla ilgili olarak Hazret-i Peygamber diyor ki, alışverişlerde mâl ortada olmazsa bazen ihtilaf çıkmaktadır. Mesela bir kişi çıkıp filanın ahırdaki atını görmeden alıyor, sonra atı görünce beğenmiyor ve ihtilaf çıkıyor. Bu sebeple  alışverişe konu olan mal ortada olsun ki herkes görerek alsın.[7] Bu kural ihtilafları önlemek bakımındandır. Ama bugün pek çok malı görmeden alıyoruz. Katalogtan bakıyoruz, fiyatları üzerinde yazılı. İnternetten bir hesaba para yatırıyoruz, havale gönderiyoruz. Daha sonra kapıya teslim size gönderiyorlar. Peki bu yapılan Sünnet’e aykırı mı? Hayır. Çünkü Hazret-i Peygamber’in o kaideyi ifade ederken amacı ihtilafı önlemektir. Şimdi eğer standardizasyon diye bir kavram varsa, o katalogtaki mal dünyada ve Türkiye’de her yerde aynı ise ve malda herhangi bir kusur çıktığında bunun garantisi varsa, -malın değişitirilmesi gibi imkânlar varsa- malı görmeden de almakta bir sıkıntı yoktur. Hangimiz araba alırken ‘benim alacağım araba şudur’ deniyor ki! Şu şu marka bir araba alıyorsunuz. Tabii fabrikadan hangi araba çıkarsa size onu veriyorlar. Dolayısıyla biz burada malı görmeden yapılan alışverişler hakkında Sünnete veya İslam’a aykırı diyemeyiz. Ama günümüzün alışveriş şekilleri içerisinde her hangi bir şekilde aldatmayı içeren bir tür varsa, Hazret-i Peygamber döneminde bu alışveriş türü olmasa bile biz Sünnet’e dayanarak ‘bu yasaktır, haramdır, caiz değildir’ diyebiliriz. Dolayısıyla Sünnet’in böyle günümüze uyarlanması gereken yönü de var.

Bu meseleye dair verilebilecek pek çok örnek olsa da,ben genelde daha gündelik hayata ait olsun diye hep misvak örneğini veriyorum. Hazret-i Peygamber döneminde, Hicaz’da bulunan Arak ağacı kullanılıyor.  Bugün ise biz diş fırçası kullanıyoruz. Diş fırçası yetmiyor hatta. Doktorlar diş ipi kullanmamızı ısrarla tavsiye ediyorlar. Misvak konusunda Hanbelî hukukçusu İbn-i Kudame el-Makdisi[8], el-Mugnî adlı muhteşem fıkıh kitabında şöyle diyor: “Misvak konusunda önemli olan insanın ağzını temizlemesidir. Misvakla da temizlese olur, eliyle veya parmağıyla da temizlese olur, çaputla ya da bir kürdanla temizlese de olur. Önemli olan insanın ağzını temizlemesidir. Bir insan ağzını ne kadar iyi temizlerse o kadar Sünnet’e uymuş olur.”  Bu zat çağnı aşan bir değerlendirmede bulunuyor. Bugün Sünnet konusunda bizim de yaklaşımımız böyle olmalıdır. Hazret-i Peygamber’in ulaşmak istediği amaca, O’nun dönemindeki araçlarla ulaşabiliyorsak ne âlâ. Ama baktık ki mümkün olmuyor, yeni araçlar ihdas edebiliriz. Zaten bazı İslam âlimleri ve düşünürleri İslam hukukundaki hükümleri ‘araç hükümler’ ve ‘araç hükümler’ diye ayırmaktadırlar. Araç ve amaç arasında muhayyer kalırsak, amacı koruyup araçta değişiklik yapabiliriz. Dolayısıyla bunlar zaten usul-u fıkıh ulemamızında bize önerdiği şeylerdir.

Benim Sünnet hakkında en önemli gördüğüm nokta ise, yeryüzündeki duruşumuzu anlamlandırma bakımından bugün Sünnet’in bize ne önerdiği,ya da önerebileceği meselesidir? Hayata, gezegene, tarihe, siyasete, ekonomimize, çevre meselelerine, ahlaka, eğitime ve aile gbi temel kategorilere 21.yy.’da yaşayan Müslümanlar olarak nasıl bakmamız gerektiği konusunda Sünnet’in yapması gereken rehberliktir önemli olan. Bence öne çıkarılması gereken nokta budur. Yoksa bireysel dindarlığımız; bugün bizim nafilelere indirgediğimiz hususlarda Sünnet’in rehberliği o kadar hayatî önemi haiz değildir. Zira hem gezegen olarak hem de insanlık olarak var oluşumuza yönelik çok ciddi bir tehdit ve tehlike söz konudur.  Bu tehlikenin bertaraf edilmesi için hangi adımlar atılmalıdır, işte Sünnet’in rehberliği en evvel bu noktada olmadır. O zaman gerçek anlamda Sünnet amacına ulaşmış olur. Benim bugün için Sünnet’e olan yaklaşımım bu çerçevededir.

Mustafa Tekin: Bu noktada çok ciddi sorunlar yaşamaktıyız. Birincisi Sünnet’i güncellemek. Yani sünneti güncel hayatla birleştirmek. İkincisi sünnetin hayatla olan ilişkisi. Sünnet bizim hayatımıza dair esaslı şeyler söylemiyorsa, tamamen kişisel, parçalanmış, bireyci yaklaşımlar öne sürüyorsa burada eksik bir tanım var demektedir.

M.Hayri Kırbaşoğlu: Hatta şu hususu burada ilave etmek lazım. İslam’ın hayata uygulanışını gösteren Sünnet, aynı zamanda dış dünyayı dönüştürme projesidir. Eğer İslam dış dünyayı değiştirip, dönüştüremiyorsa, Müslümanlar tarihin öznesi değil de nesnesi konumunda ise; mesela dış dünyada olaylar olmakta, Irak işgal edilmiş, Afganistan, Lübnan işgâl edilmekte, çevre kirliliği ve küresel krizler olmakta ve biz sadece ‘seyrediyor’ isek Sünnet ortada yok demekdir.

Mesela gece boyu nafile namaz kılıp da dış dünyada olup bitenlerin peşinden sürüklenenlerin dinine Ali Şeriati ‘karşı din’ demiştir. Bu din yeryüzünü değiştirmeye yaramaz. Halbuki Din dediğin yeryüzündeki her türlü kötülüğü değiştirme, kötülüklerin yerine iyilikleri ikame etme çabasıdır. Din, bu çaba varsa anlamlıdır. Yoksa egemenlerin elini güçlendiren bir projeye dönüşür. Zaten Ali Şeraiti de Dine Karşı Din kitabında bu noktayı eleştirmiştir.

Maalesef bizim birçoğumuzun Sünnet’i aslında böyledir, yani Şeriati’nin eleştirdiği ve “karşı din” dediği cinsten. Sünnet’i özgürlük, bağımısızlık ve emperyalizm/sömürü karşıtı bir projeye, bir dünya görüşüne ve eylem planına dönüştürmeliyiz. Latin Amerika’nın Che Guevara’sı varsa bizim de çağdaş Cemaluddin Afgani’lerimiz olmalı, bu önderler Hazret-i Peygamber’den hareketle bağımsızlık, özgürlük, insani bir gelişme ve kalkınma modelleri geliştirmeleri lazım. Geçmişte I. Cihan Harbi esnasında İslam dünyası sömürgeleştirildi. Buna yönelik bağımsızlık savaşları verildi. 1950’li yıllarda bu bağımsızlıklar kısmen elde edildi. Bu bağımsızlıkların çoğu kâğıt üstündedir. Zira bugün bu kağıt üstünde bağımsız İslam Ülkeleri işgâl edilmekte, kadın, çoluk çocuk öldürülmekte… Kadınların ırzına geçilmekte, camilere saldırılmakta ama yöneticilerimiz sadece seyretmektedir. Hakeza Müslümanlar olarak da biz sadece seyretmekteyiz… Dolayısıyla ortada ciddi bir sorun var. Bir gizli sömürgecilik vardır ki bu gün şiddetlenmiş haldedir. İslam dünyası resmen aleni, askerî işgalle karşı karşıyadır. Amerika İslam Dünyasını habire bombalamakta, ortada kontrolsüz bir güç var ama Müslümanlar sadece seyretmekte. Şu muhakkak ki bu gelişmeleri sadece seyretmekle kalanlar, bireysel dindarlık alanında Hazret-i Peygamber’e birebir benzeseler dahi bu gibilerin gerçekte Sünnet’le uzaktan yakından bir alakaları yoktur.

Mustafa Tekin: Öyle bir sünnet yaklaşımı var ki İslam Dünyasında güçsüz, hiçbir iddiası olmayan, tamamen kişinin gündelik hayatına indirgenmiş bir yaşam… Aslında şu da var, bütün bunlar Sünnet üzerinden yapılmaya çalışılmakta. Sünnet bir somutluğu, hareketi ve çizgiyi de ifade etmemektedir. Bu anlamda günümüzün postmodernliğine karşı çıkışı da veyahut sınırlarımızın ne olduğunu, duruşumuzu, omurgasızlığımızı bertaraf edecek olan da sünnettir.

Hayri Kırbaşoğlu: Gayet tabii. Sünnet aynı zamanda kapsamlı, bütünlüklü bir şeydir. Hazret-i Peygamber’in hayatından çok rahatlıkla biz günümüz meseleleri için ilham alabiliriz.Sünnet’i yeniden yorumlayarak oluşturacağımız bir modeli bugün birebir hayata uygulayabiliriz. Mesela Hazret-i Peygamber ilk önce kendisi müslüman olmuştur yani o ilk müslümandır. Sonra çevresindekileri Müslüman yapmıştır. Müslümanlar belli bir sayıya ulaştı. Ama o anda bireysel safhadan toplumsal safhaya yani İslamî değerlere dayalı bir toplum kurma safhasına geçme imkânı olmadığı için bir kısmını Hicret’e gönderdi. Kendisi de daha sonra hicret etti. Medine’ye sığındılar. Medine’de Yahudiler, Hıristiyanlar ve diğer topluluklar ile beraber güvenlik esasına dayalı bir toplum oluştu. Ama toplumun omurgası Hazret-i Peygamber’in getirdiği öğretiydi. İslamî öğretiye dayalı, ancak İslam’a girmemiş olanların da haklarını koruyan Medine İslam Toplumu modeli geliştirildi. Demek birinci aşama ferdîydi, ikinci aşama ise toplumsal. Çünkü İslam sadece kişinin yapması veya yapmaması gerekenleri içermez. Toplum olarak da yapılması ve yapılmaması gerekenleri gösterir. Fakat Medine İslam devletini kurup da, iyice güçlendikten sonra orada da işi bitirmedi. Bir adım daha attı: O zaman için bilinen coğrafyaya yönelik davet mektupları gönderdi. Bu da İslam’ın evrensel boyutunu göstermektedir. İslam bütün insanlığa yönelik bir projedir. O zaman için nereler biliniyor? Bizans, Sasaniler, Mısır. Özetle Hz.Peygamberce bilinen tüm yerlere tebliğde bulunuluyor. Bu da göstermektedir ki, Sünnet’in üçüncü boyutu bütün insanlığa yöneliktir. O zaman için Amerika bilinmiyor. Belki Çin biliniyor. Biz o zaman Hazret-i Peygamber elçi göndermedi diye bu ülkeleri devre dışı bırakamayız. İslam’ın mesajı Hazret-i Peygamberin modeli yerkürenin tamamına yöneliktir. Böyle olunca da bugün Hazret-i Peygamberin mesajını hayata geçirmek için bu üç aşamada adımlar atmamız gerekiyor. Bugün için Müslümanlar birinci aşamada iyi kötü yollarına devam etmektedirler. Ama ikinci aşamada başarılı değiller. Yani İslamî değerlere dayalı bir toplumsal model geliştirmekte başarılı değiller. İslamî hareketler var, siyasete atılanlar var ama şu anda bütün dünyaya örnek olabilecek hale gelememişlerdir. Bugün dünyada iki model var. Biri kapitalist model diğeri sosyalist model. Bu iki modelin dışında Alia İzzet Begoviç’in üçüncü yol dediği bütüncül bir model henüz geliştirilmiş değildir. Belki bugün İngiltere’de Blair’in de düşündüğüne yakın bir yol. Aliya üçüncü yol derken Anglosakson geleneğine işarette bulunur. Bu sosyal adaleti, sosyal demokrasiyi içeren, biraz daha dinî değerlere dayalı farklı bir toplum ve yönetim, siyaset modelidir. Bunu geliştiren Müslümanlar olmadı. Yine Batı dünyası oldu. İnsanlığa Batı’ının geliştirdiği toplum modellerinden daha iyi model sunabilmiş değiliz. Bu modeli sunmadıkça da her Müslüman kendisine göre mesuldür. Tabii ki sıradan bir insanın sorumluluğu bellidir. Ancak özellikle entelektüeller, ilahiyatçılar, fikir adamları, mütefekkirler birinci derecede sorumludurlar. Devlet adamlarından, yöneticilerden daha fazla sorumludurlar. Bu sorumluluk aşağıya doğru gidiyor. Herkes İslam hakkında ne kadar bilgiliyse o derece sorumludur. Seyyid Kutub Fi Zilal’il Kur’an’da dediği gibi “Ümmet-i Muhammed veren olmalı, alan olmamalı, görev budur.” Yani insanlığa doğru dünya görüşü, doğru siyaset, doğru felsefe, doğru ekonomi… her şeyin doğrusunu vermeli, almamalı demektedir. Peki böyle mi? Hayır.

Bugün İslam dünyası Hazret-i Peygamberin mirasına sadık değildir. Hatta biraz da ihanet etmiş durumdadır. Şimdi diyeceksiniz ki baştakileri önce değiştirmeliyiz. Evet, bunun için de gerek siyasi gerekse başka hangi noktalarda atım atılmalıysa o noktalarda adımlarımızı atmalıyız. Ama dediğim gibi, Sünnet üç boyutlu bir cisme benzediği için her üç boyutuyla da biz Sünnet alanında adımlar atmadıkça sünnete uymaktan bahsedemeyiz. Zaten üç boyutsuz bir cisim, cisim olmaktan çıkar çizgilere dönüşür. Bu yüzden sünnetin üç boyutunu da şartlara göre güncellememiz lazım.

Lafla bunun güncellenmesi olmaz, modellenmesi gerekmetedir. Bunun için de örneğin siyaset bilimcilerimiz, toplumbilimcilerimiz, antropologlarımız vesaireye iş düşmektedir. İslamî bilimlere sahip olanlar toplumbilicilerle birlikte çalışacak. Veya toplumbilimcilerimiz iyi bir İslamî birikime sahip olacak. Böylece farklı disiplinler sentez edilerek şu gibi acil sorulara cevap aranması cihetine gidilecektir. Bugün mesela aile dünyada ciddi bir tehlike altında. Aile konusunda ne yapacağız? Batının bugün sunduğu gibi çekirdek aileyi mi esas alacağız? Geniş aile ortaçağlarda idi deyip, öyleyse biz de çekirdek ailenin peşinde mi koşacağız? Benim şahsî kanaatim, çekirdek aileyle geniş aile arasında farklı bir model oluşturulabilir. Yani çekirdek aile devam edebilir ama büyükanne, büyükbabalar belirli periyotlarla sürekli o aileyle birlikte olmalı. Pekçoğunuz gibi ben de namaz kılmayı vesaireyi dedemden öğrendim. Yine birçok şeyleri ananemden, ninemden öğrendim. Bu bakımdan çekirdek ailede kültürel aktarımı yapamamaktayız. Hele bugün çalışan anne ve babalar sebebiyle çocuklar kreşlere emanet edilmekte ve o miras aktarılamamaktadır. Hatırlıyorum bana dedem namazı anlatırken eline tesbihi alırdı kıyamdan sonra rükuya geçişteki duruşu elinden tesbihi salarak gösterir ve işte böyle dimdik duracaksın derdi. Birçok kültürel kodlarımızı dedelerimizden ninelerimizden öğrendik. Bugün niçin büyükanne, büyükbaba birer, ikişer ay ara ile ailelere katılmasın, hanelerimize gelmesin? Mesela kışları annem benim yanımda kalmakta, yazın ise memlekete dönmekte. O ara çocuklarım, hatta anne-baba büyükanneden dersler almakta. Çocuklarım anneanneleriyle Kur’an okuyorlar, birlikte namaz kılıyorlar, beraber oyun oynuyorar vesaire… Demekki düşünmeliyiz, nasıl bir aile tipi oluşturalım? Çünkü Batının bize sunduğu çekirdek aile tipi mahzurludur. Hele hele Batının bize sunduğu öyle aile tipleri var ki, mesela çocuksuz birliktelikler, iki ferdin sadece aynı evi paylaşmasından ibaret aile tarzı. Batıda böyle uygulamalar var. Bu bakımdan, Batı da kurtarılmaya muhtaç. Batı insanları İslam dünyasına geldikleri vakit aile içindeki sıcak insan ilişkileri onları ciddi anlamda etkilemektedir. Anne, baba, çocuklar, büyükanne, büyükbaba… Herkes birbiriyle iç içe bütünleşmiş bir yuva… Bu tablo fazlasıyla etkilemekte. Çünkü Batıda aile bitti. Bugün biz Hazret-i Peygamberden gelen değerler ile düşünüp bu bilgileri nasıl güncelleyeceğiz buna kafa yormalıyız. Bu tabii ki son derece kapsamlı bir konudur. Bir ilahiyatçının tek başına çözebileceği bir konu da değildir. Öncelikle aile konusunda uzmanların bir araya gelerek meseleleri çözmesi gerekir.

En ciddi sıkıntımız iktisat konusudur. Bir İslam ekonomisi kavramı geliştirildi son yüzyılda ama maalesef onun ne olduğu ortaya tam olarak ortaya konamadı. Son yüzyılda küresel kapitalizm veya neoliberal dalga dediğimiz akımlara İslam dünyası esir olmak durumunda kaldı. Uzağa gitmeyin, açın İslamî dediğiniz kanalları. “Laik” ve “İslamî” kanallar arasında tüketim üretim ilişkileri ve tüketim mantığı açısından ne gibi farklar var – veya var mı? – bir bakın. İki tarafta da hedef “tüketmektir.” Bizi tüketim nesneleri/robotları haline getirmektir. Özetle ikisi de kapitalizmdir ama sadece tüketimin nesneleri farklıdır. Laik kesime diyor ki “mayo tüket” bizim kesime de “başörtüsü tüket” demektedir. Bazen de aynı malı Laik ve İslami kesime farklı markalar altında sunmakta, ama sonuçta tüketim çılgınlığını teşvik ve tahrik etmektedir. Ama utmayın, ikisinde de tüketmek amaçtır. Biz bunun halen farkında değiliz. Acısını daha sonraları çekeceğiz ama bu konuda İslami kesimlerde ciddi bir savrulma da yaşanıyor. Mesela Müslümanların gündeminde asla olmayan hayatî öneme haiz ekonomik bir kavram var, hem küresel boyutuyla hem ülke boyutuyla: İsraf. Şu anda tabii kaynaklar açısından çok ciddi kriz yaşanmakta, gıda krizi kapıda beklemekte denmekte… Aslında bir anlamda olağanüstü israf yapılıyor. Yetmiş milyonluk Türkiye’de her gün yüzyirmi milyon ekmek yapılmakta ama bunun %10’u, yani oniki milyon ekmek çöpe gidiyor. Onun dışındaki israfları saymıyorum. Ki burası %99.9 müslüman olduğu söylenen bir ülke. Buna göre dünya çapında yapılan israfı hesap edin. Şu anda İslam dünyası bütün insanlığa israf ile mücadele bilincini hediye etse hizmet olarak yeter. Bunu mutlaka gündemimize sokmamız lazım. Çok enteresandır, Kur’an-ı Kerim sadece israf yapanları “şeytanın kardeşleri” olarak nitelendirir[9]. Dikkat edin, adam öldüreni, hırsızlık yapanı, zina edeni demiyor. Niçin saçıp savuranları şeytanla eşit tutuyor? Şeytan kötülüğün sembolu. Bugün tabii kaynakların kontrolsüz israfı insanlığı tehlikeye götürüyor. Bugün su sıkıntısı yaşanıyor. Ankara’da su sıkıntısı yaşanıyor, “suyu israf etmeyin” diye afişler asılmakta. Hâlbuki müslümanın israf kavramı hayatının bütününde geçerli olmalı. Sadece su kıtlığında değil. Gürül gürül su aksa bile israf etmeyecek. Bize atalarımız öyle öğretti. Abdest alırken nehirden bile abdest alsanız suyu israf etmeyeceksiniz. Çünkü bu alışkanlık/zihniyet meselesidir. Ama biz su tükendiği vakit idareli davranmaya başlıyoruz. İsraftan uzak hayat tarzını uygulasak su kıtlığıyla karşılaşmayız. Biz en basitinden israf kavramını dahi güncelleştirip, sağcısı-solcusu, alevisi-sünnisiyle israfın hepimizin geleceği açısından çok önemli bir kavram olduğunu kendi hayatımızda göstermiş olarak onlara siz de hayata geçirin diyememişiz. Demekki en sıkıntılı alanın ekonomi alanı olduğunu söylyebiliriz.

Mustafa Tekin: Aslında çok önemli, birbiriyle bağıntılı bir konu var. Kendimizin krizden çıkması anlamında Sünnetin yeri var bir de insanlığın vicdanı olmak açısından bir yere sahip. Sunduğumuz şeyle insanlığın vicdanı olmak durumundayız. İmkana dönüşebilecek bir şey. Ama önce bizim krizden çıkmamız lazım.

Hayri Kırbaşoğlu: Evet. Veren olmak. Biz psikolojik olarak veren olamıyoruz. Çünkü uzun süredir Batılılaşma projeleri uygulandı. Öyleki en iyi modeller Batıdan alınır düşüncesi hâkimdi, hala da hâkim. Türkiye’deki egemen güçlere bakın, Batılılaşma düşüncesini savunurlar. Üstelik Pozitivist bir Batılılaşmadır bu. Hakikatın kaynağı olarak Batıyı görürler. Ancak Doğu Konferansı Girişimi vesilesiyle bazı aydınlar bu girişim vesileyle Doğu diye bir şeyin olduğunu yeni yeni keşfetmektedirler. Yoksa yakın zamana kadar Batılılaşmış aydınlar Doğu diye bir şey olduğunu pek bilmzler ya da hiç bilinmezdi. Dolayısıyla bu Batılılaşmacı paradigmayı, Batılılaşma modelini süratle terk etmemiz lazım. Batının hakikatlerini de reddelim değil tabii. İngilizlerin meşhur tabiriyle “bebeğin yıkandığı suyu atarken bebeği de atmamalıyız”. Batının iyi, güzel, doğru taraflarını almakta bir beis yok. Örneğin çevre meselelerini yaratan Batı ise bununla mücedele anlamında teknolojik imkanları sunacak ta Batı’dır. Diyeceksiniz, Batı böyledir. Bir yandan yapar, bir yandan yıkar. Hatta bir yandan yıkar ve onu tamir için de ayrıca para alır. Mesela beslenme konusunda son derece tehlikeli bir beslenme tarzı var Batının. Küresel kapitalizmin etkisiyle yavaş yavaş hazır gıda anlayışını İslam dünyasına da yaymak istiyorlar. Amaç şu, herkes Le’vis kot giysin, Mc Donald’tan yesin, Coca-cola içsin, Marlboro sigarası içsin. Böylelikle bu malları dünyanın her tarafında rahatlıkla satabilelim. Çünkü sadece bebeklerin damak tadı dünyanın her yerindea aynıdır. Yoksa yetişkinlerin damak tadı dünyanın her yerinde ayrıdır, farklıdır. Herkese ayrı mal imal edeceğim dersen yandın. Onun yerine damak tadlarını, kılık kıyafet tarzı, zevki, giyimi standart hale getirirsen, her şey daha kolay. Zaten fabrikalar da uluslararası şirketlere döndü. Amaç ta insanlığın yararı falan değil, yeryüzündeki bütün insanları sadece tüketim robotu haline getirmektir. Bunun için de özellikle beyin yıkama faaliyeti olarak reklam, bilinçli olarak yapılıyor ve bu sürece Müslümanlar –özellikle Türkiye’de- çok rahat bir şekilde eklenmiş durumdadırlar. Türkiye’de hallerinden fazlasıyla memnun, tuzu kurular, abdestli kapitalistler zümresi türüyor. Diğer İslam ülkelerinde bu süreç daha yavaş yavaş ilerlemektedir. Doğu Konferansı Girişimi olarak o insanlara, “sakın ha kapitalizme kendinizi kaptırmayın. Tüketim kölesi olmayın, Türkiye’ye benzemeye heves etmeyin.” diyoruz. Türkiye’ye geldiklerinde evler, arabalar, tüketime meraklı insanlar görüyorlar. Peki Türkiye için normal mi? Türkiye ürettiği kadar tüketen bir ülke değil. Ürettiğinden daha fazla tüketiyor. Bunun faturası günün birinde gelecek. Dolayısıyla tüketim-üretim dengesi olmadığı için ciddi bir tehlike altında memleket. Diğer İslam ülkeleri bu konuda daha şanslı. Tabii kaynaklarını israf etmemiş durumdalar. Böylesine tüketim çılgınlığı oralarda bizdeki kadar yok. Coca-Cola girmemiş, Amerika girmemiş… Bizim yaşadığımız acı tecrübeleri bu insanlara sunmak ta ümmet bilinci açısından önemlidir. Türkiye, İslam dünyasında Batılılaşma tecrübesini en acı şekilde yaşadığı için, Fazlurrahman’ın ifadesiyle- bu acı tecrübeyi diğer İslam ülkeleri için tatlı, faydalı bir deneyime dönüştürebiliriz. Deriz ki “biz kendimize ettik, bari siz kendinize kıymayın, etmeyin”   Ama bu noktada Türkiye’deki Müslümanların Batılılaşma serüveninin analizini yapması lazım. Artısının, eksisinin ortaya konması gerekmektedir. Dediğimiz gibi sadece ilahiyatçıların veya başka branş uzmanlarının tek başına yapamayacağı; bir çok uzmanın üzerinde birlikte çalışması gereken bir konu bu.

Mustafa Tekin: Hocam! Müslaman olarak biz bu dünyada yaşıyoruz. Farklı ideolojiler (sosyalizm, kapitalizm..) ise bize uymuyor. Aslında bizim kendimizi sunmamız, onları da içimize alarak büyümemiz gerekiyor. Peki onlarla nasıl ilişki kuracağız? Türkiye’ye baktığımızda sağ-sol ayrışması var. Sağ dindarlığa daha yakın, sol ise uzak deniliyor. Bütün bu çevrelerle nasıl ilişki kurmamız lazım. Kendimizi nasıl geliştirmemiz lazım?

Hayri Kırbaşoğlu: Önce şu anekdotla başlayayım. Türkiye Atatürkçüsüyle, müslümanıyla kendisini dev aynasında görüyor. Türkiye’de taşların yerine oturduğu kanaatinde değilim. Türkiye’de solcuysan Müslümanlığa yanaşamazsın, yok müslümansan da illa sağcısın gibi tuhaf düşünceler var. Ama mesela Arap Dünyasında bir Marksist yazdığı bir yazıyı bir âyetle bitirebiliyor. İslam dünyasının solcuları, Marksistleri bizdeki gibi din düşmanları veya dine bigâne değiller. Onların solculuğu ezilenlerden yana olmak. Ezilen sınıfın hakkını aramak. Yoksa dinle öyle bizdeki gibi bir kavgaları yok. Tabii bunların içerisinde dinle hakikaten hesaplaşmak isteyenler var elbette. Ama bunlar çok marjinal haldedirler. Biz Doğu Konferansı Girişimi vesilesiyle Mısır’a gittiğimizde bir grupla konuştuk. Ben onları Marksist zannediyordum. Bir baktım hepsi dini bilgileri de olan okumuş enteresan tipler… Ben Türkiye’deki batılılaşmış aydınlarımıza, solcularımıza diyorum ki, İslam konusunda bir şey yapamıyorsanız hiç olmazsa Emin Malûf gibi yapın. Emin Maluf (Batılılaşmış olanların yazdığı şekliyle Amin Maalouf), zannedersem Ölümcül Kimlikler’de ne diyor?  Ben hem müslümanım hem hıristiyanım. Aslında bal gibi Hıristiyan. Ama içinde yaşadığı toplum İslam toplumu olduğu için kültürel kodları tamamen müslümanca. Arap ülkelerine gidin, mesela Mısır’da yedi milyon civarında Kıptî var. Hiç Müslümanlardan ayırd edemezsiniz. İnşaallah, mâşallah, bismillah tüm kelimeler ortaktır. Lübnan’da da öyle, Irak’ta da öyledir.  Emin Maluf yazdığı romanlarda tamamıyla İslam medeniyetinin ihtişamını anlatır. Evet, içinde Hıristiyanlar da vardır ama anlattığı dönem ve coğrafya İslam medeniyetidir. Dolayısıyla Emin Maluf İslam medeniyetinin bir parçasıdır. İslam ümmeti sadece Müslümanlardan oluşan bir ümmet değil aslında. Yedi milyon Kıptî, Lübnan’ın yarısını oluşturan farklı dini topluluklar… Çünkü biz bu insanlarla asırlardır birlikteyiz. Nasıl Medine’de Yahudiler ve Müslümanlar bir arada yaşadıysa öyle olmalı. Tabii bu insanlarla zaman zaman kavgamız oldu. Ama şunu bilin ki bizim kavgamız Yahudilerden ziyade (Haçlı seferleri sebebiyle) Hıristiyanlarla olmuştur. İlk defa Yahudilerle kapışmamız İsrail devletinin kurulması ve Filistinlilerin zulme uğramasıyladır. Ondan önce bir olay olmamış. Ama Hıristiyanlarla 12. Yüzyılda başlayan Haçlı seferlerinde karşı karşıya gelmişiz. Daha yakında Birinci Cihan Harbinde de Yahudiler değil Hıristiyanlar topluluğu bizlerle savaşmıştır. İngiltere, Fransa, Almanya, Rusya vesaire… Dolayısıyla biz kendi coğrafayamız izçerisindeki insanlarla beraber olduk. Ben çok önemsediğim bir kitabı parantez açarak sizlere tanıtmak istiyorum. Dimitri Gutas’ın “Yunanca Düşünce Arapça Kültür” adlı eseri. Dimitri Gutas İstanbul Rumlarından. Bir arkadaşım Londra’da bir konferansta karşılaşmış. Gutas konuşurken “biz Osmanlılar” diye konuşan birisiymiş. Kitaba dönersek, Abbasi dönemi çeviri hareketlerini anlatmakta. Orada Müslümanlar nasıl din, mezhep, felsefî düşünce, kanaat ayrımı gözetmeksizin herkesin katılımıyla Abbasi medeniyetini nasıl inşa ettiklerini, ne kadar eserin, çevirilerin yapıldığını, zenginlerin nasıl buna servet akıttığını, sadece Endülüs’teki bir emirin kütüphanesinde bir milyon kitabın bulunduğunu, bir mütercimin maaşının aylık 20 bin dolar (bu güne uyarladığımız takdirdeki rakamdır. 500 dinar= 20 bin dolar) civarında olduğunu –ki o muhteşem çevirilerin nasıl yapıldığını böyle anlıyoruz-, hâsılı Müslümanların ilime, araştırmaya ne kadar önem verdiğini görmekteyiz. Dolayısıyla bu bizim için yeni bir şey değil. Rahmetli babam ayakkabıcıydı. İzmir’de babamın ayakkabı aldığı toptancıların neredeyse hepsi Yahudiydi. Toplumumuz bunlarla iç içe olmuş. Hâlâ da öyledir. Dolayısıyla diyalog konusunda bizim fazla bir problemimiz yok. Bizim aydınlarımız kültürle din arasında maalasef ayrım yapamaktadırlar.  Din olarak İslam’a inanmak zorunda değilsin. Zira inanç içten bir şeydir. Zorla insanları İslam’a iman ettiremezsin.[10] Çünkü zorla güzellik olmaz. Ama bizim aydınlarımızın atladığı bir şey var. Bu toplumun kültürü İslam kültürüdür. Bir nevi çimentosudur. İnansan da inanmasan da bu kültürü, önce tanımak ve bilme zorundasın. Çünkü bu dine mensup insanlarla yaşıyorsun. Bizim aydınlarımızın en büyük problemi budur. İkincisi bu kültüre inanmasan bile insanlığın evrensel hikmetinin bir parçası olarak bu kültürden ben neler alabileceklerini düşünmeleri gerek. Emin Maluf’un yaptığı budur. Emin maluf elbette İslam’a iman etmiş biri değildir, ama İslam’ın, Müslümanlığın güzelliklerini bilen bir insandır. Kendisi Hıristiyan olduğu halde mutlaka Hıristiyanları yazayım dememektedir. Semerkant kitabı çok güzel bir Hollywood filmi olabilir. Hollywood filmi diyorum. Çünkü başka türlü o filmi yapacak imkanlar yoktur. Bakın çok güzel bir Kahire filmi, İstanbul filmi, yine çok güzel bir Dımeşk filmi d(iye)emiyorum. Çünkü buralarda o derece güçlü bir film sanayii yok. Bu da Müslümanların bir başka sorunudur. Çağrı filmini yapıyorsun, onu bile Hollywood’ta yapıyorsun. Ama “Semerkant” kitabı rahatlıkla film olabilecek güzelliktedir. Yine “Afrikalı Leo”, “Doğunun Limanları”vs.. bu güzelliktedir.

Dolayısıyla bu memlekette bulunanlar ya mü’min olarak İslam’a iman edecektir, ya da kültür olarak tanıyıp, bilmek durumundadırlar. İslam göz ardı edilerek bu toplumda hiçbir şey yapılamaz. Tekrar söylüyorum İslam göz ardı edilerek bu toplumda bir çivi dahi çakamazsınız. Yaparım diyenler varsa denesinler. Siyasette de bu gibilerin akıbetlerini görüyoruz, marjinallikten kurtulamamışlardır. Başka hareketler de marjinallikten kurtulamaz, çünkü bu toplum İslam toplumudur. Kabul edelim etmeyelim. Kimimiz inanan olarak Müslüman, kimisi de kültürel olarak müslümandır. Zira İslam kültürel kodlarımıza işlemiş durumdadır. Dolayısıyla bunu bir zenginlik olarak görmeliyiz. Ben onun için diyorum İslamın yorumu konusunda, Müslümanları sağcılıkla veya statükoyla özdeşleştirme hatasından bizim de vazgeçmemiz lazım. Bir insan sol ideolojilere yakın olabilir, eşitlikçi olabilir, işçi sınıfından yana olabilir… İşçi sınıfından yana olmak hiç te kötü bir şey değildir. Hadis rivayetlerinde denmiyor mu, “İşçinin ücretini alnının teri kurumadan veriniz[11] ve yine “..yediğinizden onlara da yedirin, giydiğinden giydirin. Onlara güçlerini aşan bir iş teklif etmeyin; eğer zor bir işi yapmalarını isterseniz, siz de onlara yardım edin![12] Bugün mesela işçi sendikalarında Müslümanlar en ön safta mı? Hayır. Normalde Hz. Peygamber’in bu öğretisinden hareketle –hangi din ve inançta olursa olsun- işçilerin haklarını savunmada en ön safta Müslümanların olması lazımdı. İslam dünyasında sendikacılığın çok gelişmiş olması lazımdı. Ama bunları bile biz Batıdan alıyoruz. Niçin? Hz. Peygamber’in öğretilerini güncelleme faaliyeti olmadığından. Nitekim dikkat edecek olursanız, bizim bakışlarımızın hep geçmiş çağlara dönük olduğunu görürsünüz. Muhammed İkbal’in bir cümlesi var ki bu cümleyi başucumuzda serlevha olarak bulundurmamız lazım. İkbal diyor ki: “Hz. Peygamber’in mirası, kaynağı itibariyle yüzü geçmişe dönüktür. Çünkü Hz Peygamber’in mirası Kur’andır. Ama Hz. Peygamber’in getirdiği mirasın ruhu/özü itibariyle yüzü gelecek çağlara yöneliktir.”  Çünkü Hz. Peygamber’in getirdiği değerler çağını aşan değerlerdir. Mesela felsefede insanoğlunun yaratılışından bugüne kadar ahlak konusunda keşfedebildiği enüst ilke/kural Batılı filozof Immanuel Kant’ın ifade ettiği gibi “öyle davran ki senin davranışın başkaları için de örnek olsun” Kant’ın ölümü kaçtır?  1804.

Hz. Peygamber ondan kaç asır önce bu ilkeyi şu sözleriyle dile getirmiştir : “Kişi kendisi için istediğini (mü’min) kardeşi için istemedikçe iman etmiş olamaz.”[13]  Fakat biz bunları güncelleyemediğimiz için Kant’ın sözüne hayranlıkla bakıyoruz. Hz. Peygamber bu hususta zaten söylenmesi gerekeni söylemiş. Mecelle’nin girişinde ki 100 kural da öyle. Şu anda hukuk sisteminde bile “Beraat-ı zimmet asıldır” Ama Türkiye’de beraat-ı zimmet asıl değil, zira suçsuzluğunu ispat etmedikçe suçlusun. Hâlbuki İslam hukukunda suçluluğun ispat edilmedikçe sen suçsuzsun. Bütün dünya hukukunda bu böyledir ama yakın zamanda Türkiye AB uyum yasaları çıkarana kadar sen kendini nasıl yapıp da ispat edeceksin suçsuz olduğunu. Biz inanılmaz bir mirasın üzerinde oturuyoruz. Ama bu mirası güncelleştirmede ciddi sıkıntımız var. Güncelleştirmeyi sadece ayet hadis okuyarak yapamayız. Geçmişte dindar başbakanlarımızdan birinin bulunduğu bir toplantıda biraz önceki cümleyi söylediğim vakit kıyamet koptu. Nasıl olur da ayet-hadis okuyarak çözülemez dersin diye. Hâlbuki ayet-hadis okunduktan sonra onun muhtevasının güncelleştirlip, modellenmesi lazım. Bunu sadece İlahiyatçı yapamaz. Daha evvel dediğim gibi ekonomiyi, çalışma dünyasını ilgilendiriyorsa onun uzmanları gelip İlahiyatçının sunduğu bu ilkeyi alacak, İlahiyatçı mesela hadis rivayetlerinin araştırmasını yapacak, bunun gerçekten İslam’a uygun sağlam bir rivayet olduğu sonucuna varırsa bu alınacak, bundan hareketle bir model oluşturulacak. Bu ise  beraber çalışmayı  gerektiren bir şeydir. Kesinlikle inanıyorum ki İslam dünyasında en büyük eksikliğimiz budur. İlahiyat hocaları, İslam âlimleri, İslam entelektüelleri var fakat bir de yaşanan hayat var, eğitim, sağlık, aile, sanat var. Bu ikili giden seyrin birleştirilmesi gerekiyor. Disiplinlerarası bir çalışma yapılması gerekmekte. Bunu kim yapacak?  Şu anda İlahiyatçı yapamaz. Üniversiteler zaten hiç yapamaz, çünkü böyle bir dertleri yok. Bunun için gerekli sivil merkezlerin kurulması lazım. Mesela ekonomi alanında çalışmalar yapacak bir merkez. Yine sosyal alanda vesair alanlarda merkezler kurulacak. Buralarda üniversitelerden bağımsız olarak yüksek maaşlarla istihdam edebileceğiniz akademisyenlere çalışmalar yaptırılacak güçlü kuruluşlar lazım. Almanların Goethe Enstitüsü gibi, İspanyolların Cervantes Enstitüsü gibi, Amerikalıların Amerikan, İngilizlerin İngiliz Enstitüsü gibi… Abbasiler döneminde bir mütercime nasıl 20 bin dolar tutarında bir ücret veriliyorsa bizim de yetişmiş insanlarımıza bu parayı verebileceğimiz güçlü finans kayanaklarımızı oluşturmamız gerekiyor. Sünnet bence bunlara yönelmektir. Biz alternatif modeller geliştirecek kurumlar kurma safhasına intikal etmedikçe tarihin nesnesi olmaya devam ederiz.

 

Mustafa Tekin: Siz çok önemli noktalara değiniyorsunuz. Ben bir hususa değinmek istiyorum. Öyle şeyler oluyor ki bunlar genellikle İlahiyatçılar veya Sosyal Bilimcilerin en çok itiraz etmesi gerekirken sustuğumuz, uyumlulaştırdığımız şeylerdir. Memlekette bir şey meydana geliyor. Hemen İlahiyatçılara soruluyor, caiz mi değil mi diye. Dolayısıyla İlahiyatçıların sadece caiz veya caiz değile indirgendiğini görüyoruz. Bu anlamda İlahiyatçıların aydın rolleri, günümüzdeki problemleri çözme yolundaki fonksiyonları ihmal ediliyor. Hatta belki İlahiyatçıların bir kısmı da bunun farkında değil. Hayatın içinden yorumlara muhtaç, sadece tarihin bir noktasında kalan yorumlar yapılmakta. Bu bakımdan Hasan Hanefi’nin metodolojik anlamda bir önerisi vardı. “Biz güncel hayattan sorular geliştirelim. Ayetlere ve Hz. Peygamber’in sünnetine soralım. Bu şekilde cevaplar geliştirelim.”  Bunu yapabilmemiz için de sizin de belirttiğiniz gerçekten çok önemli olan ifadenizle müslümanın özne olması tekrark tarihe girmesi gerekiyor.

Hayri Kırbaşoğlu: Hasan Hanefi’nin belirttiği nokta çok önemli. Klasik bilim çözüm üretme sürecinde metodolojik olarak ciddi sıkıntılar söz konusu. Mesela bir meseleyle karşılaşıyoruz, ayette-hadiste bunun hakkında doğrudan veya dolaylı çözümler arıyoruz. Tefsir yaparken de Kur’an’ın metnini alıyoruz, edebî metni şerh eder gibi şerh/tefsir ediyoruz. Hasan Hanefi diyor ki Kur’an sadece edebî metin gibi açıklanacak bir şey değil, tam aksine Kur’an parti programı gibi, anayasa gibi, hükümet programı gibi pratik uygulanacak bir şeydir. O zaman bizim yapmamız gereken ne? Bizim önce meselelerimiz nedir bunu bilmemiz gerekir. Mesela Türkiye’de kendisini entelektüel kabul eden kimselere şunu sorsak: “Sizce Türkiye’nin acilen ele alması gereken ilk yüz meselesi nedir?” Veya İlahiyatçıya sorsak: “ İslam İlahiyatı alanının acilen çözümlenmesi gereken problemleri nedir?” Bunları takır takır sayabiliyorsa gerçekten o alana hakim demektir. Bizim de Müslümanlar olarak yeryüzünde acilen el atılması gereken ve çözümü uğrunda çaba sarfedilmesi gereken yüz mesele nedir, bunun listesini yapmamız lazım. Hatta bunları herkesin ezbere bilmesi gerektiğğnden bile söz edilebilir. Geçmişte 32 farz, 54 farz ezberletiliyordu. Ama bugün şartlar tamamen farklı. Bugün İslam dünyasının tamamı namaz kılsa, oruç tutsa, hacca gitse İslam dünyasının problemlerinin hiçbirisi çözülmez. Çünkü namaz bizatihi problem çözmek için değildir, problem çözümü yolunda müslümana motivasyon kaynağıdır.  [14] Çünkü Namazın insanı kötülüklerden, münkerden alıkoyması lazım. Yeryüzünde Irak’ın işgalinden daha büyük bir münker olabilir mi? Afganistan’ın işgalinden daha büyük bir münker olabilir mi? Filistin’den, Keşmir’den ve yakın zamanda yaşadığımız Bosna Hersek’deki katliamdan daha büyük münker olabilir mi? Nükleer tesislerden daha büyük felaket olabilir mi? İşte namaz bizleri yeryüzündeki küresel münkerlerle mücadeleye itiyorsa o zaman gerçek bir namazdır. Yoksa Şeriati’nin kavramsallaştırdığı gibi “dine karşı dindir” ve yeryüzündeki küresel güçlerin ekmeğine yağ süren Hıristiyanvâri bir tavra dönüşür. Sezar’ın hakkı Sezar’a, Allah’ın hakkı Allah’a der, krallar istediğini yapar vesaire… Burada Hazret-i İsa efendimizin bu sözünün yanlış anlaşıldığını da söylemeliyiz. İncil yakından, dikkatle okunduğu vakit, Hz.İsa efendimizin yeryüzündeki tağutlara karşı inanılmaz bir şekilde mücadele ettiğini görürüz. Hazret-i İsa’ya Roma valisinin önünde paranın üzerindeki kralın resmini sordukları ve sıkıştırdıklarında bu sözü söylediği rivayet edilir. Yöneticilerin zulümlerini onayalamadığı yönünde İncil âyetleri de var yanlış hatırlamıyorsam. Hazret-i İsa’nın öğretisine taban tabana zıt olan Pavlus’un bu teslimiyetçi Hıristiyanlığını göz önüne alacak olursak; bugünün Müslümanları da yeryüzünde küresel zulümlere boyun eğdiği ve karşı adım atmadığında aynı yanlışa düşmüş olur. O bakımdan realiteyi kesinlikle merkeze koymamız lazım. Hasan Hanefi’nin dediği gibi “bugün Fatiha’dan başlayıp Nas sûresinde biten tefsir yazma geleneğinden (daha doğrusu tembelliğinden) vazgeçmeliyiz.” Zaten yeni yazılan tefsirlerde de pek fazla yeni bir şey yok. Diyanetin son çıkan tefsirine ben “Kur’an Yolu Müslümanları Tarihe Gömmek İçin Mi Yazıldı?” başlıklı yüz sayfalık bir eleştiri yazmıştım. Çünkü bu tefsirde bugüne yönelik bir şey bulamazsınız. Mesela Mevdudi’nin tefsiri ondan çok daha iyidir. Tefsirde hiçbir şey olmasa bile 20. Asrın cahiliyesi gibi bir şeyden bahsetmesi, Cahiliye kavramının zamansal bir şey olmadığını, bir insanlık ve toplumsal durum olduğunu söylemesi bile başlı başına büyük katkıdır Fi zilal’il Kuran’ın. Veya M. İzzet Derveze’nin Nüzul Sırasına Göre Kur’an Tefsiri çok güzeldir. Yapılan yeni tefsirin bunları aşması gerekir. Bunları aşan bir tefsir yazmadıktan sonra bence tefsir yazmanın anlamı yok. Hasan Hanefi’nin dediği şu, biz problemleri tespit edelim. Mesela Kahire’nin veya İstanbul’un ulaşım problemleri, işsizlik ve fakirlik problemi. Bu problemlerin çözümü konusunda Kur’an veya hadis rivayetleri ne diyor? Bu noktada Kur’an ve Sünnet hazır paket çözümler sunmaz, al şunu çöz demez. Ne der? Aklını kullan der. Müslümanlar olarak bizler bu tembellik yüzünden Kur’an-ı Kerim’e tahammülünün (yani taşıyabileceğinin) üzerinde bir yük yüklüyoruz. Nedir o? Çözüm üretmek bizim işimiz. Kur’an sadece ilham kaynağıdır. Genel ilkeler verir. Sana gidip de İstanbul’un ulaşımının nasıl çözüleceğin, metro mu yapacaksın ve saire söylemez ki. Bunu söyleyince bazıları karşı çıkıyorlar. Hâlbuki Kur’an sadece bize yol gösterir, levha koyar. Gitmek için arabanı sen yapacaksın adımını sen atacaksın. Oturursan bir yere varamazsın. Kalkacaksın, yürüyeceksin, koşacaksın… Mesela gelir dağılımındaki eşitsizlikler. Kur’an sadece adaleti emreder. Ama adaleti nasıl gerçekleştireceğine dair modeli sen keşfedeceksin. Bu senin işin. Dolayısıyla biz tembelliğimiz yüzünden sorunları Kur’an’ın sırtına yüklemişiz, kendimiz ise sırtüstü yatmışız. Milyonlarca tefsir yapsanız dahi yine de sonuç alınmaz. Yapılması gereken ise, Kur’an’dan ilhamını alarak Müslümanların sorununa çözüm üretmektir. Hasan Hanefi’nin de dediği gibi realitiyi iyi okumamız gerekiyor. Realiteyi okumamızı sağlayacak olan Siyaset Bilimidir, ekonomi bilimidir, uluslararası ilişkilerdir, eğitimdir, ailedir vb. problemleri görmemiz için bu disiplinlere ihtiyacımız vardır. Problemleri görmemiz için bu disiplinlere ihtiyacımız var.  Sonrasında ise Kur’an ve sünnette bu problemlerin çözümü için ne gibi ilke ve değerler var onu tespit edeceğiz. Kur’an’ın her konuda mutlaka bir şey söylemesi de gerekmez. Genel ilkeler yeter. Örneğin adalet. Siz mesela kanun yapıyorsunuz. Eğer o kanun adaleti gerçekleşitiriyorsa İslamîdir, adaleti gerçekleştirmiyorsa başına ayet, hadis de yazsanız, gayr-i İslamîdir. Çünkü İslamîlik niteliktir, etiket değildir. Şimdi biz örneğin zulüm üzerine adalet etiketi koyuyoruz, onu adaletli hale getiriyoruz. Hâlbuki doğrusu böyle değildir. Bu neye benziyor? Bizde bir siyasi hareketin aktörleri Müslüman oluca onun İslamî olduğunu zannetmemiz gibidir. Hakikat böyle değildir. O hareketin İslamileşmesi için siyasî alandaki İslami değerlere de boyun eğmesi lazım. Zulüm düzeni ise küfür sistemidir. O model içinde sağcı da olsa, liberal de, solcu da olsa zulme dayalı bir sistem küfür düzenidir. Eğer zulüm varsa iktidarda istediği kadar Müslümanlar olsun, sistem küfür düzenidir. Ama sistem müslümancaysa, aktörleri kâfir de olsa sistem İslamîdir. Onun için atalarımız şöyle demiştir: “Bir düzen küfürle kâim olur, zulümle kâim olmaz.” Çünkü İslamî olan adalettir. Onu kâfir de uygulasa adalettir o. Ama siz zulmü/küfrü Müslüman eliyle de uygulasanız zulümdür ve o düzen de zulüm ve küfür düzenidir. Biz bu noktaları netleştiremediğimiz için siyasette başımıza Müslüman insanlar geçince her şeyin hallolduğunu zannediyoruz. Hâlbuki mesele esas ondan sonra başlıyor. Peki Müslümanların bugün yaptığı kâfirliklere ne diyeceğiz? Hani gâvurluk derler ya, müslümanın yaptığı gâvurluklara ne demeli? Bakın Irak işgal ediliyor ve işgalcilerle işbirliğinden çekinmeyen yüzsüz işbirlikçiler ortalıkta geziniyor. Bağdat yağmalandığında Moğollar’la işbirliği yapan nasıl işbirlikçi olan Müslümanlar var idiyse, bugün de Müslümanların kıtır kıtır kesilmesini seyreden Müslümanlar var. Biz de bunların içindeyiz. Çünkü, İncirlik üssü kullanılıyor ve biz seyrediyoruz. İncirlik’in dışında yirmi kadar üs kullanalıyor biz seyrediyoruz. Hiç bunlar sebebiyle hükümete hesap soranınız var mı? İskenderun limanından sürekli silah ve lojistik malzeme gönderiliyor. Takibini yapan, hükümete hesap soran var mı? Yok. Gümrükten nelerin geçtiğini bilen var mı? Yok. Benim bir arkadaşım Silopi’de gümrükte çalışıyor, bana, “Hocam bir anlatsam inanamazsın” diyor. Oraya gidip de neler olup bittiğini, Müslüman katliamı için neler gönderildiğini, hükümetimizin bizden gizli neler yaptığını soran, sorgulayan var mı? O halde İslamîlik bir niteliktir, etiket değildir. Bunu da gözden geçirmemiz gerekir. Dolayısıyla müslümanın da gâvurluk yapabileceğini unutmamız lâzım. Ona göre adımlarımızı atmamız lazım. Ben münafıklık demiyorum bakın, o ayrı bir kategori. O da var. Hazret-i Peygamber döneminde münafıklık vardı da bugün yok mu? Çoook. Neler neler var. Onun için bizim realiteyi tamamen okumak için gerekli olan disiplinlere ağırlık vermemiz lazım. Gençliğimizi, evlatlarımızı da bu alanlara yönlendirmemiz lazım. Bugün mesela Türkiye’de, Türkiye’deki İslam’ın sahibi var mı diye sorsam, sahibi olduğuna dair bir tek merci bana gösteremezsiniz. Türkiye’deki İslam’ın sahibi Diyanet mi? Hayır. İlahiyat fakületeleri mi? Hayır. Hükümet mi? Hayır. Cemaatler mi? Hayır. Tarikatlar mı? Hayır. Çıksın sahibi benim diyen. Göstersin bana kurduğu kurumları, attığı adımları. Sayısallık (kitle, sürü) hiç önemli değildir. Sistemi biz İslamî değerler içinde değiştirip, dönüştürebiliyor isek bir anlamı var. Zaten Garaudy’nin vurguladığı gibi İslamî değerler aynı zamanda insanî değerlerdir. Eğer bunu başarabilirsek o zaman biz yavaş yavaş Müslümanlaşıyoruz demektir. Yoksa biz şu anda İslam’a, insana, gezegene karşı küresel bir tehditin içerisinde dişliler arasında eziliyor, kıvranıyoruz. Çünkü küresel sistem küfür düzeni. Ama biz bu düzenin dişliler arasında namaz kılıyoruz, oruç tutuyoruz, hacca gidiyoruz…

Burada bir anekdotu nakletmek istiyorum. Irak direnişiyle ilgili www.albasrah.net diye bir site var. Baasçı, Milliyetçi, İslamcı, bir koalisyon. Ben bu siteyi incelerken, Gülşen Bayati adında, muhtemelen Kerkük Türklerinden bir gazeteci hanımefendinin yazısı dikkatimi çekti. Özetle anlatılanlar şöyle: Irak’ta zaman içinde yeni bir zümre (abdestli kapitalistler zümresi) hâsıl oldu. Bunlar Amerikan işbirlikçisi, kendilerine memurluklar verilen gayet iyi maaş alan kimseler ve bu arada kazandıkları para ile habire hacca, umreye gitme modası başladı burada diyor. Bu yapılanın caiz olmadığına fetva verecek bir İslam alimi yok mu diye bağırıyor. Ve devam ediyor, “soruyorum müslümana, nereden geliyorsun? Cuma namazından. Yahu memleket işgal altında ve o Müslümanların umurunda değil. Yok mu bu konuda fetvayı verecek?” Bunun üzerine ben o hanımla internet üzerinden irtibata geçtim. Onun bu isteği doğrultusunda bir metin hazırladım. Onun yazdığı metni de Türkçeye çevirdim. Kendi görüşlerimi de ekleyerek yazdım. Sütçü İmam’dan bahsettim. Dedim ki Amerika’yı Irak’tan atmadan ne hac, ne umre caiz değildir. Türkçesini yazdık, Haberajanda dergisinde yayınladık. Ama Arapçasını yapamadık. Bir arkadaşa, “ben bunu yazarken sen de Arapçaya çevirirsin” demiştim. Ana esaslarını verdim ve o çerçevede bir metin oluşturmak niyetinde idik. Zira o arkadaşın Arapçası benden daha güçlü ve edebîydi. Sonra ilahiyatçı arkadaşların imzasına açıp öyle gönderelim demiştim. O hanım bunun üzerine “hiç gerek yok, tek başına sen yetersin” demişti. Keşke onu dinleseydim. Zira Arapçasını yetiştiremedik, asıl yapılması gerekeni yapamadık. O hanım hakkında sonradan öğrendim orada ‘mücahide’ diyorlarmış. Amerikalılar hapse atmışlar onu. Mücadeleci biri.

Bizim de bu zamanda böyle bir bakış açısına ihtiyacımız var. Memleket alev alev yanıyor. Düşünün, Sütçü imam Kahramanmaraş işgal altında iken Cuma namazını kıldırmasını isteyenlere “Olmaz! Önce gidin gâvuru atın. Sonra ben size Cuma namazını kıldırayım” demiştir. Böyle bir yaklaşıma ihtiyaç var. Bizim maalesef Irak’ın işgaline bakışımızda, bizim ülkemizin işgali değil gibi bir duyarsızlık içerisinde seyrediyoruz.  Hani nerede [15] ayeti. Dolayısıyla böyle bir bakış açısına da ihtiyaç var. Gülşen hanımın gösterdiği hassasiyeti, “benim” diyen ilahiyatçıların göstermemesi ve sadece olayları seyretmekle yetinilmesi utanılacak bir durum. Bunun Sünnet’e uymakla uzaktan yakından bir alakası olabilir mi?  Hatta hep anlatıyoruz, Londra’da 1,5 milyon Hıristiyan insan Irak’ın işgalini protesto için yürüdüğü halde Türkiye’deki durumu biliyorsunuz. Hatta Irak’a canlı kalkan olmak için Türkiye’den giden birkaç kişiden biri Selamettin Tellioğlu idi. Oraya gidince bakıyor ki hepsi gâvur. Ama hangisi gâvur, hangisi Müslüman? Hâl olarak bence karışıyor. Onun için Müslüman da gâvurluk yapabilir. Kardeşi orada katlediliyorken hiç umurunda değilse bence burada gerçekte kimin gâvur olduğu sorusunu sormak meşru hâle geliyor.

Mustafa Tekin: Aslında sizin de ifade ettiğiniz gibi sorun tamamen varoluşsal. İnsanlığın Müslümanlığın ve aynı zamanda gezegenin sorunu olmasını açar mısınız? Bir diğer husus da, Hazret-i Peygamber’in zamanında kurulan Hılfu’l Fudul’le bağlantılı olarak belki neler yapabiliriz? Nereye kadar gidebiliriz?

Hayri Kırbaşoğlu: Çok önemli bir soru. Abbasiler, Emeviler ve Osmanlılar zamanında bir sınır vardı ve siz kendi toplumunuzu iyi kötü bir sınır altında tutabiliyordunuz. Hani Kanuni’nin meşhur olan bir anekdotta Fransa’da dans modası çıkması üzerine “gelirsem oraya…” demesi. Bugün ise işgalciler evlerimizin içerisinde: Kitle iletişim araçları (Televizyon ve internet vd.). Müslümanlar her şeyin hesabını verse de Allah’a bu durumun hesabını veremezler. Kendi başlarına bir sinema sektörü kuramadıkları için, kendi alternatif sinemalarını kuramadıkları için bunun hesabını veremezler. Hepimizin çocukları çizgi filminden tutun, sinema filimlerine ve dizilerine kadar çok ince, ilk bakışta sezemeyeceğimiz bir propogandaya muhataplar, daha doğrusu beyin yıkama faaliyetine maruzlar. Artık problemlerin küreselleştiğini görelim. Yani istesek de istemesek de, küreselleşme karşıtı olsak da artık dünyadaki gelişmeler böyle bir hâle geldi. Küreselleşme diye bir olguyla karşı karşıyayız. Dolayısıyla sınırlarımızı kapatarak, kendimizi izole edip tehditlerden koruma altına alamıyoruz. Ekonomomiz de etkileniyor, kültürümüz de, eğitimimiz de, ailemiz de hatta gıdalarımız dahi etkileniyor. Yediğimiz domateslerin tohumu nereden geliyor? Hepsi İsrail’den. Dolayısıyla genetikleriyle oynanan bu ürünler vasıtasıyla insanların genleriyle oynama projeleri yapılıyor. Bu genetik çok önemli bir husus. Maalesef İslam dünyasının yöneticileri, bizim devletimiz de dâhil derin bir gaflet içinde. Kendi kendine yeten yedi ülkeden biri olan Türkiye şu anda tohuma muhtaç durumdadır. Şu anda Güneydoğu’da tarlalar ya aşırı sulama tehdidi altında, ya da kurudu. Hiçbir tedbir alınmadı. Felaket! Türkiye dışarıdan gıda maddesi ithal ediyor. Bizi yönetenlere bunların hesabını soruyor muyuz? Sormuyorsak o zaman emr-i bil ma’rufu uygulamamış oluyoruz. Kur’an-ı Kerim’in bu emrine aykırı davranmış oluyoruz. Bundan daha münker bir şey olamaz. Üstelik bu gıdalarla beslenen yeni nesilleri gelecekte nelerin beklediği de ayrı bir meseledir. Onun için bence bizim önce meselenin küreselleştiğini kabul etmemiz gerekmektedir.

Meseleleri iki ana kategori altında ele alabiliriz. Birincisi, gezegen tehdit altında. İkincisi de insanlık. Roger Garaudy’den alıntılayarak söylüyorum. Çünkü Garaudy tüm eserlerinde gezegenin geleceği ve insanlığın geleceği tabirlerini kullanır. Ve gerek gezegenin gerekse insanlığın geleceği hususunda insanlığın yegâne umut adası Garaudy’e göre İslam’dır. Ne Yahudiliktir ne de Hıristiyanlık. Çünkü bunlar bırakın çözümü problemin kendisidir. Budizm ve sairenin böyle bir kaygısı da yoktur zaten. İnsanlık önünde insanlığın yegâne kurtuluş adası İslam’dır. Gezegene yönelik fiziki tehdite gelince:

Birincisi, Tabii kaynakların sorumsuzca israf edilmesi. Fosil yakıtları, petrol, madenler vs… Bunların büyük ölçüde kaynağı İslam ülkeleridir. Bizim çocuklarımıza miras bırakmamız gereken bu kaynaklar birilerine peşkeş çekilmektedir. Bizim yöneticilerimiz de bunları sadece seyrediyor ki kendi saltanatlarını, tahtlarını koruma uğruna. İşte bir münker daha.

Diğer husus, Batıdan ithallerle ikame edilen bir ekonomi, sanayileşme, tarım vs… politikalarından dolayı İslam ülkeleri de ciddi bir krizle karşı karşıyadır. Çünkü rekabet etme noktasında ciddi bir sıkıntı vardır. Mesela Yemen, kahvesiyle, kauçuğuyla, muz vs.. ürünleriyle meşhur. Ama ne yapıyorlar derseniz, “gat” otu diye bir otu ağızlarına atıyorlar. Ağzının içi şişiyor, orada depoladıktan sonra bütün gün öyle kalıyorlar. Uyuşturucu bir ot. Ama uyuşturucu olduğunu reddediyorlar. Uleması dahi savunuyor. Bütün ne kadar ziraat arazileri varsa tümüne gat otu dikiyorlar. Ve gidin Yemen’e, odalar var keşhane gibi. Ortada gat otu, etrafında keşler çiğneyip kendilerinden geçiyorlar. Sokaklarda yatarak gat otu çiğneyen bir sürü insan. Uçakta tanıştığımız bir doktor arkadaş Yemen’de çaresiz kaldığını, çene kanseri ve çok sayıda kanser riskini anlatamadığını söylemişti. Halk çocuğundan ihtiyarına muazzam paralar veriyor bu ota. Böyle akıl-mantıkla izah edilemeyecek bir tablo. Yemen gibi bir zamanlar ziraat bakımından güçlü bir ülkeye kimbilir hangi eller o otu  soktuysa, şimdi Yemen’li kardeşlerimiz gat otunun esiri olmuş, perişan haldedir. İşte bunlara karşı insani tarım politikaları geliştirmek Sünnet adına yapılması gerekenlerin başında gelmelidir. Türkiye’de de öyle. Manisa, Bursa gibi pek çok ziraî önemi olan illerde sanayileşme adına tarım arazileri talan edildi. Normalde sanayi tesisleri tarıma uygun olmayan yerlerde kurulması gerekirken böyle yapılmadı. Dünyanın bir numaralı çekirdeksiz üzümünü yetiştiren Manisa’nın arazileri talan edildi. Lif uzunluğu bakımından sayılı ülkeler arasında yer alan pamuğumuz başta olmak üzere dünyanın en kaliteli ürünlerini yetiştiren Türkiye ne hale geldi. Bu sanayi tesislerinin pek çoğu da yabancılara aittir. Manisa Organize Sanayiinde yabancı bir sirket bir sigara fabrikası kurdu. Bu da yetmedi ve yakın zamanda ikincisini de kurdu. Bunlara karşı ses çıkarmıyoruz. Bu sigaralar nerede tüketilecek? Her halde Amerika’da değil. Ya Türkiye’de ya da diğer İslam ülkelerinde. Dolayısıyla biz ulus ötesi şirketler vasıtasıyla bu kuruluşların ahtapot gibi yayıldığını görüp bunlara karşı bizim küresel bir mücadele yapmamızın zorunluluğunu idrak zorunluluğumuz vardır. Ahtapotun bütün kollarını aynı anda kesmemiz lazım. Çünkü bir kolunu kesersen öbür koluyla seni yakalar. Şimdi bunun için de küresel tehditlere karşı ciddi anlamda küresel bir mücadele gerekmektedir.

O zaman Müslümanlar Sünnet’e uymak adına, Hılfu’l-Fudul mantığı içerisinde insanlığın gerek tabii kaynakların israfı, gerek tabiattaki ekosistemin, dengelerin bozulması, küresel ısınma gibi pek çok hususta küresel bir emr-i bil ma’ruf ve nehy-i anil münker hareketiyle, küresel bir Hılful Fudul mantığı içinde mücadeleye hazırlanmalıdırlar. Gideceksin Latin Amerika’ya siz sömürüye karşı mısınız? Evet. Biz de karşıyız. Veya gideceksiniz Hindistan’a, tabii kaynaklarının, petrollerinin Amerika tarafından hortumlanmasına karşı mısınız? Öyleyse gelin beraber hareket edelim diyeceksiniz. Tuzu kuruların Dünya Ekonomik Forumuna karşı biz de garibanların Dünya Sosyal Forumu’nu destekleyelim, küresel kapitalizm ve sömürü karşı politikalar geliştirelim. Mesela Danimarka’daki karikatür krizi esnasında Danimarka ürünlerine uygulanan boykota benzer şekilde, marka fetişizminin tipik örnekleri olarak gösterilen Levis’ı, her türlü kola’yı (Coca Cola’yı ya da Cola Turka’yı) , Mc Donald’ı, Shell, Mobil’i tüketmemek için kampanyalar düzenlenmesi konusunda tüketici derneklerinin kanuni imkanlarını araştıralım. D-8’lerin genel sekreteri Dr. Dipo Alan İstanbul’da. Onu burada konuşturmamız gerekiyor. D-8’ler kuruldu. İslam ülkeleri bir mal alacak. Her bir İslam ülkesi mal alıyor 10 birim mesela. Pazarlık şansımız o kadar. 8 ülke değil 50 ülke toplansa 500 birim mal alıyoruz desek, o zaman pazarlık şansımız daha da artar. Hatta dersin ki ben senden şu malı alacağım ama sen de İslam ülkelerinden şu malı alacaksın. Ne kadar mantıkî bir şey, bunu bile yapamıyoruz. Niye? Dünyanın en zengin, en önde gelen generallerinden bir tanesinin   Türkiye’de olduğu söylenir. Nasıl oluyor bu? Bir asker maaşı ile bu mümkün mü? Ama unutmayın ki savunma bakanlıklarının ve orduların açtığı pek çok ihaleler var. Çok uzağa gitmeyin, şimdiki Suudi Veliaht Prensi Sultan bin Abdülaziz’in oğlu olan Prens Bandar’in İngiliz hükümetinden rüşvet aldığı gazetelerde çıktı. Bunların nasıl çalıştığını biliyoruz. Kraliyet aileleri var. Kraliyet ailesi yoksa başka aileler var. Bizde de var. On dört yaşındaki çocuklar ticaret odalarına kaydediliyor, şirketler kuruluyor, mısır ticareti yapılıyor, yumurta ticareti yapılıyor, gemicikler satın alınıyor… Bunlar her yerde var. Müslüman orada katliama uğruyormuş, kan akıyormuş hiç umurlarında değil. Gelsin jeepler, Vakko eşarplar… Evet tesettürlü ama nasıl tesettürlü? İşte böyle bir realite var. Yemen’de Türkiye’den daha fazla Hammer jeepler var. İnanılmaz derecede gelir dağılımında bir adaletsizlik var. Bu noktada küresel ölçekteki kuzeyle güney arasındaki adaletsizliklerden tut, küresel ısınma, tabii kaynakların tahribi, özellikle gıda konusunda ciddi bir kriz kapımızda, genetik alandaki problemler… Bütün bunlar karşısında tek başına İslam dünyası mücadele edemez. Kendisi gibi düşünen, insanlığa yönelik tehditlerle mücadele eden kesimlerle Hılfu’l Fudul mantığı içerisinde birlik oluşturabiliriz.  Bu bir fantezi de değildir. Kahire’de beşincisi bu sene yapılan Uluslararası Amerikan Emperyalizimine ve Siyonizmine Direniş Konferansında da İslam ülkelerinde sol hareketlerin İslamî hareketlerle işbirliği yapmaları konusunda tavsiye kararı çıkmıştır. Bu Sol’un antiemperyalist, antikapitalist olması ile Müslümanların da benzer şekilde israf karşıtı olmaları, emekten yana olmaları, garibandan yana olmaları vs… birleştiği zaman kendiliğinden ortaya çıkan bir sonuç… Tekrar edersek, Müslüman bunu Allah rızası için, fi sebilillah yapar; solcu da Marksist de Marksizm’e inandığı için yapar, bu o kadar da önemli değil. Önemli olan gezegenin ve insanlığın bu kötü gidişattan kurtarılması gerektiğidir. Diyeceksiniz ki, gezegenin nesi tehlikede? Sadece Amerika’da bildiğim kadarıyla yaklaşık yedi bin tane nükleer başlık bulunmaktadır. Yine üç bin civarında Rusya’nın var. Üç yüz civarında İsrail’in, ayrıca Hindistan, Kore ve daha bir kısım ülkelerde bulunmaktadır. Bunları alt alta koyduğunuz vakit -Garaudy’nin ifadesiyle- ‘insanlığın bir dinamit deposu üzerinde oturduğunu’ görürsünüz. Düşünün, bu ülkelerden birtanesi çılgınlık yapıp, düğmeye bastığı takdirde yeryüzünde hayattan eser kalmaz. Ben size ‘altında bomba var’ desem rahat oturabilir misiniz? Elbette hayır. Hâlbuki şu anda altımızda bomba var. Bunu göremiyoruz. Bunlara karşı mücadeleyi sadece Müslümanların yapabilmesi mümkün değil. O zaman yerkürenin neresinde gerek gezegenemizin gerekse insanlığın geleceğini teminat altına almak için vicdanı ölmemiş (sağcı, solcu, liberal farketmez) kesimler varsa, Müslümanların bu gibi kesimlerle işbirliği yapması için Hılfu’l Fudul mantığına ihtiyaç vardır. Enteresandır, Dünya Sosyal Forumu’na iktidarın yedi senedir bir heyet gönderdiğini görmedim. Bunun anlamı nedir? Demek ki, hükümet olarak zenginler kulübünden, kapitalizmden yanayızdır. Peki, bu bir müslümana yakışır mı? Senin yönün daima garibandan, fakirden yana olmalı. Türkiye’de yirmi beş milyon fakir var. Açlık sınırında bir buçuk milyon insan var. Türkiye’de milli gelirin 5500 dolar civarında olduğu söyleniyor ama bu da bir aldatmaca. Çünkü mesela benim yıllık gelirim 2000 dolar, zenginin geliri ise 10.000 dolar olduğunda ortalaması 6000 dolar olurken, benim gelirimin yine 2000 dolar, zengininkinin ise 30.000 dolara çıkması durumunda ortalama 16000 dolara fırlamakta, fakat bu, asla fakirin durumunun düzelmesi anlamına gelmemektedir. Dolayısıyla milli gelir ortalamasındaki artış, zenginin daha zengin olması, fakirin ise fakir kalmaya mahkum olması pahasına bir artıştır. Fakirin zenginleşmesi şeklinde değildir. Şöyle bir söylem var, bakın ne kadar çok buzdolabı satılıyor. Evet satılıyor ama onu parası olan, durumu iyi olan alıyor zaten. Bizim milletimizin görgüsüzlüğü de var. Ayranı yok içmeye tahteravalli ile gider… Yani ayağını yorganına göre uzatmak gerektiğini çoktan unutmuştur. Bakın, kredi kartı fâcialarına. Ürettiğinden fazla tüketir. Çünkü reklamlarla beyni yıkanıyor. Getir buzdolabını, çamaşır makinasını, televizyonunu yenisini götür… Hatta bir tane televizyon yetmez deniliyor, bir-iki tane daha alınması telkin ediliyor. Bu hale getirildik. Buna karşı Diyanet İşleri Başkanlığı çevresinde, Milli Eğitim Bakanlığı ders kitaplarında ve hükümetin halka hitaplarında insanların ‘tüketim maymunu’ haline getirildiğine dair bir tek uyarı duydunuz mu? Resmen maymun haline getirildik.

Bu ülkede dolar milyarderlerinin 6’dan 26’ya çıkması gelişme demek değildir. Sonuç itibariyle medeniliğin, insaniliğin, İslamiliğin ölçütü nedir biliyor musunuz? Kaddafi biliyorsunuz çadırda yaşar. Kendisine sorulduğunda, “benim en son vatandaşım bile ev sahibi olamadıktan sonra çadırda yatmaya devam ederim” der. Bir söylem olmaktan öte geçmediği ifade edilen bu sözü, keşke bütün liderlerimiz içten söyleyebilse. Şimdi bizde Cumhurreisinin, başbakanın hanımının ayakkabısı, yüzüğü, v.s. kaç para bunlar konuşuluyor. İsraf ekonomisine savrulduk. Görgüsüzlük, köylülük… Yahu kardeşim orada insanlar aç. Size teminat veriyorum, Tunalı Hilmi caddesinde gece 23:00 civarında çöplüklerden yemek arayan ve yiyen insanlar göreceksiniz. İnsanlık için 21. yy. da bir utanç manzarasıdır bu. Bunlar varken ben insanlıktan, Müslümanlıktan bahsedemem. Aynı şekilde memleketimizde çok ciddi acılar çeken insanlarımız var. Mutlu insanlar ülkesinde yaşamıyoruz. Bizde kadınlarımız acı çekmeye alışmıştır. Çoluk çocukla ilgilenir, kocasından dayak yer. Ne yapalım çocuğum var der katlanır. Fakir, gariban halk her halükarda dua eder devletine milletine, “devletimiz sağ olsun” der. Hâlbuki devlet, hükümet onun anasını ağlatıyordur, acı çektiriyordur. Ama yine öyle der. Özetle bu iyi niyetler ile bu toplum ayakta durmaktadır. Çok iyi biliyoruz ki yaşadığımız ekonomik krizleri dayanışma ruhu sayesinde atlatmışızdır. Ama bu dayanışma ruhu niçin zenginler kulübünün ekmeğine yağ süren bir şey olsun. Niçin ben haksız kazanç sahiplerinden, sömürenlerden, çalan çırpanlardan hakkımı alamayayım.

Türkiye’de ne kadar kokuşmuş bir sistem olduğunu görmeniz için kendimden örnek vermek istiyorum. Kırk yaşında doçent olabilirsiniz. Emeklilik yaşı altmış yedidir bizde. Yirmi yedi sene bir doçent tek bir yazı yazmadan ve derslere de kendi yerine asistanları sokarak doçent maaşını alır gider. Hiç kimse ona sormaz, ne yapıyorsun diye. Böyle bir sistem dünyada var mıdır? Dünyanın hiçbir yerinde yoktur. Açıkcası vurgun. Bankamatik memuru deniyor ya işte bir sürü kişi var böyle. Benim hocam vardı. Ayda bir bile gelmezdi. Ayvalık’ta çiftliği vardı, orada keyif sürerdi… Asistanı derslerine sokar, kendi de oradan maaşını alırdı. Doğru dürüst bir makalesi de yoktu. Çünkü hesap sorma yok. Böyle bir sistem olabilir mi? Performans ölçümü gerekir. Sorulmalı ne kadar katma değer ürettin? İslam dünyasına baktığınızda da, İslam dünyası gelişmiş Batı üzerinde bir asalaktır. Katma değer üretmemektedir. Sürekli tüketmektedir. Dolayısıyla, (Seyyid Kutup’a tekrar dönersek) Müslümanlar tüketen değil üreten, alan değil veren olmalı. Teknolojinin de, bilimin de her şeyin doğrusunu, güzelini insanlığa veren olacak, alan olmayacak. Gen teknolojisini hayra kullanacak, şerre değil. Eğer biz bu gidişata müdahil olmazsak bize belki rastlamasa dahi çocuğumuza veya sonraki nesillerimize ciddi sorunlar doğuracak. Şu anda ciğerpâren olan evladının canının yanması nasıl seni perişan ediyorsa, bilmem kaç nesil sonraki neslinden çocukların maruz kalacağı acılar ve felaketler için de aynı şeyi hissetmelisin. İnsanlığın geleceğini garanti altına almak zorundayız. Dolayısıyla bu kadar küresel meselelerle karşı karşıyayken her şeyi tek başımıza yapamayız. O yüzden bakınız İran’ın üzerine sadece nükleer enerji sebebiyle gidilmemekte. Genetik teknolojide ileri seviyeye ulaşmış olunmasındandır. Genetik çok önemli. En az nükleer teknoloji kadar önemli. Bu yüzden Müslümanlar nükleer gelişmeler veya genetik bilimi noktasında bunu insanlığın hayrına kullanmalı, değeri, insanlığı, İslamiliği katmalı. Buna Batının da ihtiyacı var. Batı insanı da bu durumdan müştekidir. Artık bizim Batıya da elimizi uzatmamız gerekmekte. Avrupa’ya da, Amerika’ya da… Bakmayın benim Amerikan karşıtı üslubuma. Ben ABD’nin emperyalist, işgalci, sömürgeci ve vahşi kapitalist politikalarına karşıyım. Yoksa benim Amerika’da işgal karşıtı çevrelerle de diyaloğum var, onları desteklemekteyim. Biz kategorik olarak Amerika tüh kaka vs. diyemeyiz. Biz tek tek insanlarla, nereden olursa olsun iyi olanlarla iş yaparız. Kötü olan Türkiye’deki Müslüman bile olsa iş yapmayız. Onun için oralardaki sağduyulu insanlarla da, misal Roger Garaudy’le de, (inşallah altından bir şey çıkmaz) Noam Chomsky’le de ve başka pek çok insanla iş yaparız. “Hikmet ve ilim müminin yitik malıdır, onu nerede bulursa alır.”[16] kaidesince doğru olana eyvallah deriz. Nerede iyi bir akım varsa onu destekleriz. İsterse Hıristiyan yapsın. Onun için Latin Amerika’daki Chavez’i de destekleriz, Morales’i de destekleriz. Ekvator’un son cumhurbaşkanı Rafael Correa’ı da destekleriz. Dolayısıyla bizim süratle Hılfu’l-Fudul mantığını genişleterek yeryüzünde şöyle bir ayrıma gidilmelidir. İyi-kötü, hayr-şer, hak-batıl ekseninde ayrışmaya gidilmesine ihtiyacımız var.  Bir tarafta ahlaklı Müslüman(Sünni-alevi), ahlaklı solcu, ahlaklı milliyetçi, ahlaklı laik vs. Diğer tarafta ahlaksız Müslüman(sünnü-alevi), solcu, milliyetçi, laik, liberal diye olmalıdır. Yani toplumda ayrışmamız ahlak ekseninde olmalıdır. Ahlaklılar ahlaksızlara karşı savaş açmalı, mücadele etmeli, bunların yeryüzünü ateşe vermelerine, insanlığın ve gezegenin yok oluşa götürülmesine engel olunmalıdır. Ayrışma böyle olmalıdır. Çünkü ahlak ekseninde ayrıştığınız takdirde zaten İslamî çizgidesin demektir. ABD insanlığın yegâne kurtuluş adası olan İslam’a sarılan bir ülkeye suç bastırma taktiğiyle ‘şer ekseni’ diyor. Biz buna karşılık demeliyiz ki:  ‘hayır şer ekseni sensin! ’

Srebrenista’da iki üç sene evvel cenaze defin merasimine gitmiştik. Paul Wolfowitz ve İngiltere Dışişleri Bakanı Jack Straw’da vardı. 150 bin kişi vardı. Çok önemli bir olay şuydu: Boşnaklar bütün diplomasiyi ayakta diktiler. Hafızları ise gölgelik çadırlar altında oturttular. O Wolfowitz ve Straw konuşmalarına, Müslümanlara yaranmak için “esselamu aleykum” diyerek başladılar. 150 bin kişinin arasında hiç kimse alkışlamadı. Yani bu sessiz protesto onların suratlarında tokat gibi şakladı. Müslüman en azından bu vakarı göstermeli.  Protesto etmeli. Belki maillerle, fakslarla ve hatta bizzat gitmek suretiyle tepkimizi belirtmeliyiz. Bir Müslüman kötülük gördüğünde ya eliyle, ya diliyle veya kalbiyle düzeltmelidir.[17] Şimdi artık kalp yetmez. Çünkü kalp kolay. Sadece dili devreye soksak, inanın pek çok şeyi çözeriz. Kaçacak delik ararlar. Derler ya ‘Araplar İsrail’i tükürükleriyle boğar’, biz sadece dilimizi kullansak, mailler atsak dünyayı yerinden oynatabiliriz. Bir de meydanlara inme alışkanlığını kazanırsak hiçbir şeye gerek kalmadan sonderece barışçı yollarla bu işi hallederiz. Barışçıl yollar deyince aklımıza Gandhi gelir. Peki Gandhi’nin yanındaki Müslümanları mesela Badşah Han’ı tanıyor muyuz? Peki Mandela’nın yanında mücadele eden Güney Afrikalı Müslümanları tanıyor muyuz? Hayır. Bence mücadele için çok çeşitli yöntemler var. Hangi yöntemi alırsak alalım bizim meydana inmemiz zorunludur. Artık dil ve el. Çünkü Irak’taki Müslüman dil ile mücadele edemez. O insanlar silaha sarılmak zorunda. Orada nefs-i müdafadan başka yol yoktur. Buna terör denilirse ve siz de (bazı Müslümanların yaptığı gibi) direniş hareketlerine büyük bir gaflet içinde terör damgası vurursanız bunun da bir gâvurluk olduğunu burada söylemekten geri durmamalıyız. Çünkü hiçbir şey insan hayatından daha değerli olamaz. Çünkü insan varsa İslam vardır, insan yoksa İslam da yoktur.

Mustafa Tekin: Ben son bir şeyle bağlamak istiyorum. Malumunuz Nisan ayında Hazret-i Peygamber’in doğum günü olması sebebiyle “kutlu doğum haftası” etkinlikleri düzenleniyor. Kısaca bunun değerlendirmesini yapar mısınız?

Hayri Kırbaşoğlu: Değerli misafirler! Geçmişte mevlid kandilleri kutlanırdı. Mevlidler okunurdu. Süleyman Çelebi’nin mevlidi o dönemin ürünü. O zaman İslam egemendi. Egemen olduğu için, uçtulu kaçtılı bir peygamber imajı fazla zarar vermiyordu. “Üç melek gördüm elinde üç alem. Biri meşrık biri mağribde anın… Biri dikildi dâmında Ka’be’nin” Bunların hiçbirinin gerçekliği yok aslında. Veya Amine için “Sundular bir cam dolusu şerbeti” gibi bölümler. Nereden biliyorum aslı olmadığını? Çünkü “Süleyman Çelebi’nin Mevlidinin Kaynakları” diye bir mezûniyet tezi yaptırdım. Bu mevlidi “bir şairin muhayyilesinin ürünü” olarak görmelisiniz. Bunda gerçeklik aranmaz. Dolayısıyla Süleyman Çelebi bunu yazabilir. Ama bize bu iki saatlik konuşmamız çerçevesinde Sünnet’i kağıta dökecek yeni mevlidler lazım. Olur mu olur. Mesela Ummu Gulsum’un es-Sulâsiyyât el-Mukaddese ve Hadîsu’r-Rûh bestelerinin güftelerini   biraz dikkatli dinleyin. Ummu Gulsum der ki: “Her kim dinsiz bir hayata razı olursa, yeryüzünde rezilliğe ve ezilmeye hazır olsun” Bu Ummu Gulsum’un 1960-1970’lerde okuduğu, Peygamberimizle ilgili, içinde Tala el Bedru’nun da geçtiği muhteşem bir eserdir. Hâlâ eşsizdir. O zaman sosyalizm yükselen bir değer olduğu için Ummu Gulsum’un okuduğu şarkının sözlerini yazan (Ahmed Şevki olabilir) gibi bir ruha ihtiyaç var. Aynı o şekilde muhteşem güfteler yapılacak. O güftelere muhteşem besteler yapacak Ummu Gulsum’lere ihtiyaç vardır. Hatta bir bestesinde sözler arasında Hazret-i Peygamber’in Sosyalizmin imamı olarak nitelendirilmekte. O vakitler sosyalizm insanlık için büyük bir idealdi. Biz hep metafizik, Allah’a iman boyutunda duruyoruz ama Arap dünyası işin sosyal boyutunda durduğu için Hz. Peygamber’i sosyalizmin imamı olarak tanımlıyorlardı. Bu tip mesajlar veren, insanımıza emr-i bil ma’ruf ney-i anil münker, cihad, dini yaygınlaştırmak, Hılfu’l Fudul gibi konuları işleyen yeni ve modern Tala’a’l-Bedru’lar, besteler, güfteler lazımdır. Onun için şu zamanda Peygamberimiz için aşırı duygusal, yanıp tutuşmalı mevlidlerden ziyade bilinç aşılayıcı faaliyetler gerekli. Kaldı ki gerçekten Hz. Peygamber ve Sünneti aşkıyla  yanıp tutuşsa idik İslam dünyası bu durumda olmazdı. Çünkü biz yalancıyız. Yansak böyle olmazdı. Süleyman Çelebi’nin kendi döneminde yaptığını bizim kendi dönemimizde yapmamız lazım. O zaman egemen bir İslam, imparatorluk, fatihler dönemiydi. Fatihler döneminin eserleri biraz Lale Devri mantığıyla olur. Ama bugün biz ciddi bir tehditle karşı karşıya olduğumuz için bizim direniş havası içerisinde yeni mevlidlere, yeni beste ve güftelere ihtiyacımız var.

Bir diğer husus, herşeye rağmen mevlid haftasının mevlid okutmaktan çok Kutlu Doğum haftalarına çevirilmesi, Hazret-i Peygamber’in mirasının toplumlara aktarılması için vesile edilmesi fevkalade yararlı olmuştur. Ama son yıllarda bu haftaların biraz sulandığı kanaatindeyim. Biraz resmî ideolojinin, devlet dini yaratmanın aracı olarak kullanıldığı; biraz da hümanist çevreler gibi kedi-köpek sevgisi, hayvan balık sevgisi gibi konulara indirgendiğini, Hazret-i Peygamber’in o muhteşem mirasının sadece “iyi vatandaş” yaratmaya hizmet edecek hâle getirildiğini üzülerek müşahede ediyorum. Bu da aynı zamanda hesap sormamız gereken bir başka konu. Acaba bunun hesabını bu programları yapanlara sorduk mu? Sorduğumuz kanaatinde değilim. Ne Diyanet İşleri Başkanına ne de bundan sorumlu Bakana, ne hükümete, ne milletvekillerine, ne bulunduğumuz ilin (eğer oy verdi iseniz) iktidar partisinin başkanlığına sorduk mu bilmiyorum. Onlara bunun hesabını sormamız gerekir. Çünkü ben şuna inanıyorum, devlet kurumu olmak demek, zulme çanak tutmak demek değildir. Tam aksine yeryüzünde hırsızlığın, yolsuzluğun, fakirliğin, eşitsizliğin karşısında durup ilk haykıracak olanlar bence imamlarımız olmalıdır. Minberlerden, mihraplardan bangır bangır yankılanması lazım onların protestolarının. Nitekim bir zamanlar Avrupa Birliği Din Şûrası yapıldı, Avusturya temsilcisi bir bayan arkadaş vardı. Dedim ki, sizde bir yolsuzluk olduğu vakit papazlar kilise kürsüsünden yöneticilere veryansın ediyorlar mı? Cevaben “tabii” dedi. O zamanlar 28 Şubat dönemiydi. Ben ona eğer imamlarımız böyle bir şey yapsa DGM’lere götürülürler dedim. Hâlbuki din adamının görevi budur. Söyleyecek. Ama din görevlilerimiz bu hale getirilmişse, yani adalet mekanızmasında suçlulara, ahlaksızlara karşı çıktığında “devletim benim arkamda” diye düşünemediği için, mücadele edecek güç ve kuvveti olmadığı için çıkamıyor. Biz bu ortamı yaratabilmeliyiz. İmamlarımız cemaate zalimlerin, ahlaksızların, hırsızların, yüzsüzlerin, arsızların, gâvurların neler ettiğini rahatlıkla söylemeli. Veya namaz kılıp insanları sömürenler var. İslamî denilen birçok şirketin sigorta ödememek için işçileri 11 ay çalıştırıp sonra kâğıt üzerinde çıkarıp, tekrar işe aldıklarını özetle ne fırıldaklar çevirdiklerini biliyoruz. Dolayısıyla gâvurluk sadece gayr-i Müslimlere mahsus değil. Bunlara karşı Kutlu Doğum haftaları adalet, kardeşlik, fazilet, özgürlük, emr-i bil ma’ruf nehy-i anil münker ve cihad haftası haline getirilmeli. Cihad denince bizim insanlarımızın ödü kopuyor. Zaten [18] ayeti Diyanet lugatından çıktı. O zaman sorarım sen Şeriati’nin ‘karşı din’inden mi yanasın? Yoksa Allah’ın indirdiği dinden mi?” Bu noktada sorumluların hesap vermesi lâzım. Mesela Din İşleri Yüksek Kurulu’na dilekçe verilmeli. Niçin toplumdaki onca münkerlere karşı tavır alınmıyor? Neden bu memlekette hırsıza hırsız diyemiyoruz? O hale geldik. Peki ne olacak bu toplumun hali? Bunun hesabı sorulmalı. Bunları oturup değerlendirmemiz lazım. Ama Kutlu Doğum programları böyle olmuyor diye ortalığı yıkmanın gereği yok. Onlar yapmıyorsa sivil toplum örgütleri, sendikalar, cemiyetler, dernekler yapmalı. Ben şurada yaptığım konuşma gibi kapsamlı, sistemli olmasa dahi benzerlerini birçok yerlerde anlatıyorum. İnsanlar inanılmaz mutlu oluyorlar. Çünkü böyle şeyler dinlemeye hasretler. Bazen solcu arkadaşlar da dinliyorlar. Onlar da çok memnun oluyorlar. Bence solcu olmak Müslümanlığa engel olmamalı. Halktan, ezilenden yana olmak ne güzel. Zaten biz de öyle olmalıyız. Bizi Alevi- Sünni, solcu-sağcı diye bölmek istiyorlar. Biz tam aksine birleştirici olmalıyız. Hatta peygamberimizi sevmek ve ondan ilham almak için ona inanması bile gerekmez. Peygamberimiz bütün insanlığındır. “Biz seni âlemlere rahmet olarak gönderdik”[19] buyuruluyor. Yani bir ateist olabilir ya da ateistlerden oluşmuş bir toplum olabilir onlar için bile Hazret-i Peygamberde çok güzel örnekler vardır. Hazret-i Peygamberin temsil ettiği durum insanî bir durumdur. İnsanî durumlar herkesin ortak malıdır. Dinli de olsan, dinsiz de olsan ayı şeydir. Mesela nezâket. Hazret-i Peygamber, hanımı deveye binerken dizini tutup da hanımının binmesine yardım ediyor. Bir insan dinsiz de olsa bu davranışa imrenmemesi mümkün mü? “ Hz.Peygamber ne kadar kibar bir beyefendiymiş” dememesi mümkün mü? İnanmak bile şart değil. O kadar güzel örnekler var ki! Böyle bir insan, insanlık tarihi boyunca görülmüş müdür? Hazret-i Enes, “On sene Allah Rasulü’ne hizmet ettim. Bir defa dahi, yaptığım bir iş için ‘Neden yaptın? ’, yapmadığım bir iş için de ‘Neden yapmadın?’ dediğini duymadım.”[20] demektedir. Buna dinsizin bile imrenmemesi, onu sevmemesi, ona hayran olmaması mümkün mü? Birisi Hazret-i Peygamberin bulunduğu yere geliyor ve “hanginiz Muhammed” diyor. Ne tahtı var, ne saltanatı var ne de kıyafeti ayrı. Sade bir yaşayışı var. Buna niçin imrenilmesin? Bir şey bulunca garibana veriyor, bulamazsa sabrediyor. Kendi yemiyor. Böyle bir insan görülmüş mü? Bir gün olsun şikâyette bulunmuyor. Hanımları ile olan ilişkisi ortada. Hayatı bütün detaylarıyla gözümüzün önünde. Yeryüzünde hangi şahsiyet var hayatı her detayıyla bilinen? Aile mahremiyetine kadar biliyoruz. Boy abdesti alırken aynı kaptan hanımlarınn da abdest aldığını bile biliyoruz. Veya hanımları boy abdesti alırken saçlarını çözüyor mu, çözmüyor mu bunu bile biliyoruz. Hepsi rivayetler halinde mevcut. Niçin? Daha sonraki ümmetine örnek olsun diye. Savaşta bile ne kadar insanîdir.

Hamidullah Hoca’nın İslam Peygamberi adlı eserinde Lamartine’den nakledilen bir söz vardır. Bazen ben de düşünüyorum bazı şeyleri, başarılı olup olmamak meselesiyle ilgili olarak. Mesela Napolyon büyük adamdır. Yine İskender büyük adamdır. Ama emrinde devlet var, asker var, ordu ve para var. Hazret-i Peygamber de aynı başarıyı göstermiş, imparatorluk kurmuş ama sıfırdan başlıyor. Kendi var, kendi varlığı dışında hiçbir şeyi yok. Para-pul yok, devlet yok,ordu yok,  hiçbirşey yok. Ok, kılıç bile yok. Diyor ki Lamartine, büyüklük eldeki imkanlarla başarının  kıyaslanmasıyla anlaşılır. Elde imkân var büyük başarı elde etmiş. Bunu herkes yapar. Ama sıfır imkânla büyük bir başarı elde ettiysen gerçek başarı budur. Bu tür mikyaslarla ölçecek olursak, tarihin hiçbir şahsiyeti Hazret-i Muhammed’le mukayese edilemez diyor. Ve devam ediyor: Hazret-i Muhammed yirmi küsur dünya imparatorluğunun (Emeviler, Abbasiler, Selçuklular, Karahanlılar, Osmanlılar, vd.) kurucusu ama hepsinden önemlisi bir gönül imparatorluğunu tesis etmiştir. Şu anda bir buçuk milyar insan peşinden gidiyor. İslam Dünyada ikinci sıradadır. Katolikliği sollamış durumdadır. Dünyanın birinci sınıf zihinleri insanlığın kurtuluşunun Hazret-i Peygamber’in mirasında olduğunu anlamıştır. Ve aradan on beş asır geçmesine rağmen tarihin dinamiklerine yön vermek için Hazret-i Peygamber’in mirası etkilidir. Hazret-i Peygamber’in 21. yy.’daki mücadelesinde de Hazret-i Peygamber’i başarılı kılmak veya kılmamak bize düşmüştür. Biz istersek Hazret-i Peygamber’in yüzünü karartırız, istersek de yüzünü ağartırız. Burada Hazret-i Peygamber’in yüzünü ağartmak için canla başla çalışanlar kıyamet günü Hazret-i Peygamber ile beraber olacaktır. Ama bu gayreti göstermeyen, Hazret-i Peygamber’in yüzünü karartanlar, kıyamet günü cehennemden daha yakıcı olan Hazret-i Peygamber’den ayrılık ateşiyle kavrulacaktır. Bence meseleye böyle yaklaşmamız lazım. Hazret-i Peygamber bütün ihtişamıyla, sevgisiyle bize an be an yol göstermekte ve göstermeye devam etmektedir. Tâ ki kıyamete kadar. Ama şunu bilmeliyiz, Hazret-i Peygamber zorla şunu yapın demez. Biz Hazret-i Peylgamber’den ilham alacağız, ondan sonra Hazret-i Peygamber’in mirasını bugüne adapte etmek O’nun vârisleri olan bizlere düşmektedir. O bakımdan Kutlu Doğum haftaları her şeye rağmen önemli bir işlev görmektedir. Ancak bu organizasyonların daha işlevsel ve faydalı hâle getirilmesi lazım. Hatta Kutlu Doğum Haftası’nın yanına Kadir gecesi haftasında Kutlu Kur’an Haftasını da katalım, bu haftayı Kur’an haftası yapalım. Böylece Hazret-i Peygamber’in mesajını insanlara taşıdığımız gibi Kur’an’ın mesajını da insanlığa duyuralım. Diyanet yapmıyorsa da STK’lar olarak bu işe el atmalı. Bence İstanbul’da STK’lar İlk Kadir gecesinde Kur’an haftası uygulamasını başlatıp, ilan etsin, basın açıklaması yapılsın. Hatta öncülüğünü de Araştırma ve Kültür Vakfı yapsın. Bundan sonra Kur’an Haftası olarak kutluyoruz deyip, hodri meydan dediğimiz takdirde Diyanet’te bu meseleye el atacaktır. Hiçkimse hakkın-hakikatin önünde duramaz.

Kutlu Doğum Haftasının bereketiyle bu güzel toplantıyı yaptık. Ben çok yerde konuşuyorum ama burası gerçekten çok kaliteli ve seçmece bir topluluk. Allah sayınızı arttırsın. Gücünüzü, himmetinizi arttırsın. Gönlünüzü daha da zenginleştirsin. Etkinizi arttırsın. Bu toplantının Hazret-i Peygamber’in yolundan gitmek isteyenlerin birlikteliği olarak çok önemli gelişmelere vesile olacağından hiç şüphem yok. Hazret-i Peygamber bizlerle yaşıyor, bizlere yol gösteriyor. Hazret-i Peygamber’in mirasının bu toplantıda belirlediğimiz esaslar dâhilinde anlaşılması yolunda, önümüzdeki yılki toplantıda hem teorik hem de pratik düzeyde ileri bir adım atmış olarak gelmeyi ve toplanmayı diliyoruz. İnşaallah bu anlattıklarımız sadece konuşmakla kalmasın, hayata geçmiş olsun. Hazret-i Peygamber’in en büyük mirası Kur’an olduğu için hiç olmazsa Kur’an Haftasını bu topluma hediye ederek önemli bir adım atalım. Ama aynı zamanda direnişi, emr-i bil ma’ruf nehy-i anil münker ve cihad kavramlarını da tekrar Müslümanlığımızın merkezine yerleştirmemiz için geç kalmadan harekete geçmemiz gerektiğini de kaydedelim. Hılfu’l-Fudul’u gündemimize alalım. Garaudy’in dediği gibi gezegenemizin ve insanlığın kurtuluşuna vesile olmalıyız. Allah Resulu’nun bize yüklediği vazifeleri yerine getirmek için inşaallah bu toplantı önemli bir vesile olur diye niyaz ediyorum. Hepinize sabırla dinlediğiniz için çok teşekkür ediyorum.  Allah hepinizden razı olsun.

Mustafa Tekin: Biz de çok teşekkür ediyoruz. İnsanlığın vicdanı olmak ve Hazret-i Peygambe’in mirasına sahip çıkmak diye özetleyebileceğimiz bu toplantıda bize verdiğini bilgilerden dolayı teşekkür ediyorum.

[1] Buhârî, Ezân, 18

[2] Müslim, Hac 310

[3] Tirmizî, “Eşribe”, 3; Ebû Dâvûd, “Eşribe”

[4] Ebu Davud “Et’ime”, 40

[5] Buhari, Et’ime 10, 14, Zebaih 33; Müslim, Sayd 43, 44, 45, (1945, 1946, 1948); Muvatta, İsti’zan 10, (2, 968); Ebu Davud, Et’ime 28, (3793, 3794), Eşribe 21, (37); Nesai, Sayd 26, (7, 198, 199).

[6] Kütüb-i Sitte Hadis no: 6931

[7] Ebu Dâvud/3503 ve Sünen sahipleri

[8] İbn-i Kudame el-Makdisi: Hicri 528-607 /Miladi 1134-1210

[9] İsra Suresi 27  Çünkü saçıp-savuranlar, şeytanın kardeşleri olmuşlardır;

[10] Bakara sûresi 256. Ayet mealen “dinde zorlama yoktur”

[11] İbn Mâce, Ruhûn, 4.

[12] Müslim, İmân, 38, 40

[13] Buhârî, Îmân, 7; Müslim, Îmân, 71.

[14] 29/45

[15] Enbiya 92

[16] Tirmizî, İlm, 19.

[17] Müslim, Îmân 78. Ayrıca bk. Tirmizî, Fiten 11; Nesâî, Îmân 17.

[18] Ali İmran 19, “Şüphesiz Allah katında din İslam’dır.”

[19] Enbiya 107

[20] Müslim, Fedail, 51.